‘’Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya’’
Gülten Akın
Tüketim toplumu, iletişim çağı denen ve insanı tümüyle doğaya, kendisine, çevresine yabancılaştıran bir hız döneminde yaşıyoruz. O kadar hızlı bir hayat ki bu, çoğu zaman bu hızın baş döndürücü temposunda kendimizi unutur, yollarımızı şaşırır olduk. Hangi yola gideceğimizi, neyi aradığımızı, nerede duracağımızı bilmiyoruz. Bitmez tükenmez bir arayış, her şeye yetişme telaşı, mülkiyet duygusunun bizi esir alışı karşısında sürekli bir koşuşturmaca halindeyiz.
‘’Çok yoğunum, yoruldum, zamanım yok, acelem var…’’ hayatımızda en sık kullandığımız ifadeler oldu. Her şeyi çabuk tüketen, bu hız temposunda kendini unutan, freni patlamış bir kamyon gibi yaşar olduk . Hızın öldürücü temposu, insanı mecalsiz bırakması hayatımızı esir kampına çevirdi. Hızlanma takıntısı iş yaşamımızı, ilişkilerimizi, sağlığımızı ele geçirdi.
Taşıt kullanmaktan yürümeyi, televizyon izlemekten kitap okumayı, aile ve arkadaşlarımızla uzun yemekler yiyip sohbet etmeyi unuttuk. Bu unutma ve hız temposunda sürekli duvarlara çarptık, bir yerlerimizi kanattık ve gitgide yalnızlaştık.
Hızlı yemek yemek, beslenme alışkanlıklarımızı yok ederken; hızlı karar vermek de çoğu zaman duvara toslamamıza neden oldu. Oysa yemeğin yavaş pişenin makbul, enine boyuna düşünerek verilen kararların daha sağlıklı olduğunu biliyor; ama bunu hayata geçiremiyorduk.
Milan Kundera Yavaşlık adlı kitabında ‘’Yavaşlık hatırlatır, hız unutturur.’’ derken bize hızın hatırlamamızı yok ettiğinden söz eder. Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki olduğuna işaret eder. Yorgunluktan bitap düşmemiz yanında, hızın hatırlamayı engellediğini de belirtir. Günümüz dünyasında, özellikle de ülkemizde, balık hafızalı bir toplum olduğumuz, en çok şikayet ettiğimiz konu oldu. Hız, hatırlamayı reddediyor; bir kaçış, terk edişe yöneltiyor bizi. Bu hız temposuyla kendimizden uzaklaşıyor, geçmişle bağlarımız kopuyor; köksüz, nereye ait olduğumuzu bilmeden şaşkın ördekler gibi yaşıyoruz.
Şu hikaye bize çok şey anlatır sanırım: ‘’Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyulurlar. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla, tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyor. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; ’Hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik?‘ Yaşlı rehberin cevabı o kadar anlamlı ki;’Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.’’
Bu hız ruhlarımızı öldürüyor; heyecanlarımızı, coşkularımızı yok ediyor; ruhsuz, canlı bir cenaze gibi yaşıyoruz hayatı. Yarış atına dönmüşüz; daha çok kazanarak, daha çok tüketerek, mutlu olacağımızı sanıyor, doyumsuz bir canavara dönüşüyor, ruhlarımızı sakatlıyoruz. Hep bir eksiklik, geç kalmışlık duygusuyla telaşlanıyor, kendimiz olamıyor, kendimize ve doğaya yabacılaşıyoruz.
Şu fani dünyada o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok geride kaldı canım insanlar, hatta onu nerede unuttuğumuzu, kaybettiğimizi bile hatırlamıyoruz. Biraz mola verip soluklanalım, ne dersiniz?
Mehmet Salmanoğlu
Dünyalılar