Hiç bahsetmezdi kendinden; varsa yoksa otizmli oğlu ömrünü adadığı.
Fotoğraflarını gösterirdi oğlunun, gün be gün durumunu anlatırdı can parçasının; oğluyla olan hatıraları, emekleri, başarıları, yorgunlukları…
“Dayağını bile yedim oğlumun ama yılmadım. Her şeye onun için katlanırım” derdi bana. Otizmle ilgili dünyalar kadar soru sorardı, araştırmalar yapar, harıl harıl yeni bilgiler edinmeye çalışırdı.
Eşinin, otizmli olduğuna inanmayışı oğlunun, eşi için de giriştiği ayrı bir mücadele, kırgınlıkları ve illa ki azmi…
Oğlunda mucize yaratmıştı; oğlunu hayata bağlamış, yavrusunu kıyılarda köşelerde tutmamıştı nicesi gibi.
Takdir ederdim ben bu bambaşka sabrı, coşkuyu, umudu; gurur duyardım böyle bir güzellikten.
İçimde kalırdı yine, diyemezdim, dilimin ucuna dahi getiremezdim, “çok mu ihmal ettin kendini, çok mu uzaklaştın kendinden?” diye.
Yollarımız ne kadar ayrı da olsa, benim de adanmışlıklarım gelirdi aklıma. Bir parça iyi geleyim canlarıma diye, kendi kendimi yiyip bitirişlerim, tüketişlerim farkında dahi olmadan.
Bilirdim, ben nasıl kendi içimde yitiksem, o da kendi içinde sırdı artık. Ayna diye oğluna bakardı o, huzur diye oğlunu bilirdi, mutluluk diye oğlunu duyumsardı.
Bir gün, “kaç gelinin makyajını ben yaptım biliyor musun?” dedi. “Ben makyaj yapmayı çok severdim; hem kendime, hem de başkalarına…” deyip sustu uzunca; öyle dalgın, öyle kederli… Gözlerimiz doldu aynı anda…
Kaç zaman olmuştu kimbilir içinden geldiği gibi süslenmeyeli aynanın karşısında, kaç zamandır bastırmıştı içindeki kadını, içindeki kendisini; kaç zamandır bir iltifat, bir incelik, bir duruluk yaşamamıştı belki de yüzünü gülümseten, içini huzurla dolduran…
“TRAKTÖR İKİ KEZ ÜZERİNDEN GEÇTİ”, bir üçüncü sayfa haberi yerel bir gazetede…
Kendini annelikle tanımlayabilen, kendini oğluyla anlatabilen bir güpgüzel can idi. Kütüphanesini görmüştüm bir kez. Kitap kurdu olduğunu bilirdim ama bahsetmezdi bundan. Okuduğu okullarda aldığı satranç ödüllerinden de bahsetmezdi. Diziliydi oysa kütüphanesinde plaketler. “Oğlum bugün sınıfta çok uyumluymuş” diye anlatmaya başlarken, “ah” derdim içimden, o sızılı söz gelirdi aklıma, “ben makyaj yapmayı çok severdim; hem kendime, hem de başkalarına…”
Sen hiç sevildin mi be canım, özlendin mi hiç?
En ucuzundan dahi olsa, en son ne zaman içine sine sine ruj sürdün dudaklarına…
Kaskatı bir yalnızlığın, keskin bir yoksulluğun, bir oğulun içinden geçip de, kendini unuturcasına, kadınlığını bastırırcasına, canı öyle bitimsiz yanarcasına yitti…
Duyumsaması apayrı, yüreciği bir derya olan bir can güzeli daha soluverdi dostlar; bir far, bir oje, bir ruj gibi toprağın içine aktı da gitti…
Ergür Altan (erguraltan@gmail.com)
Dünyalılar