Yer, Princeton Üniversitesi Fizik Bölümü. On metrekarelik, penceresiz, loş ışıklı bir oda… Bir masa, küçük bir kitaplık ve bir bank var sadece odada, bir de pencere olmadığı için dışarıyı görememekten günün hangi saatinde olduğunun farkında olmayan doktora öğrencisi. Bölümün duvarları, ofisler ve hatta kolçaklı sıralarda çay-kahve kupası yerleştirmek için ayrılmış boşlukların içi hep kara tahta ve tebeşir. Oturup kahve içip muhabbet ederken bile aklınıza bir fikir gelirse kaçırmayasınız diye… Koridorların tamamı banklarla dolu, insanlar çok yorgun olduklarında kıvrılıp bir iki saat uyuyabilsin ve sonra kaldıkları yerden devam edebilsinler diye… Penceresiz odada kalan öğrenci Türk olduğu için dışarıda herkesin içinde uyumaktan utanıp sabahladığı bir gece, koridordaki banklardan birini ofise çekiyor. Sabah da kat görevlisinin şikayeti üzerine bölüm başkanı Prof.Dr. Paul Steinhardt’a kendini bir saat açıklamak zorunda kalıyor.
Yukarıdaki olay Amerika’da doktora çalışmaları boyunca geçirdiğim beş yılda yaşadığım sayısız anekdottan birisi sadece. Bu olay, ister Türkiye’de olsun ister Amerika’da, bir akademisyenin çalışma koşullarını ufak çapta özetlemeye yeterli kanımca.
Akademisyenlik dünyanın her yerinde az para kazanılan, hayata geç başlanılan, dış dünyadan belirli bir izolasyon gerektiren ve tüm bunları yaparken normal bir işte çalışanlardan daha fazla adanmışlık gerektiren bir iştir.
Gerçekten bilinçli bir biçimde akademisyen olmayı tercih etmek çok ciddi bir kararlılık ve fedakarlık gerektirir. Yani bir miktar amatör bir şevkle yapılan bir iştir. Ancak artık günümüzde akademisyen olmanın dinamikleri bambaşka hatta adeta ekonomik koşulların dayattığı bir zorunluluk!.
Türkiye’de 2013 itibariyle 174 üniversite bulunuyor; bunlardan 108 tanesi devlet 66’sı vakıf üniversitesi. Toplam akademisyen sayısı ise 115 bin civarında; bu rakama okutmanlardan profesörlere kadar herkes dahil ve sayılarında da oldukça ciddi bir artış görülüyor son yıllarda; peki bunun sebebi sadece yeni kurulan üniversiteler mi?
Bir başka önemli istatistiğe bakacak olursak; TÜİK’in verilerine göre Türkiye’deki işsizlerin arasında üniversite mezunu işsizlerin oranı son 10 yılda %9’dan %20’lere varmış durumda. Rakamların içine girildiğinde açıklanması güç bazı durumlar da göze çarpıyor. İş ve işçi bulma kurumunun ve piyasadaki iş bulma ve yerleştirme misyonlu kariyer sitelerinin yaptıkları araştırmalara göre ülkemizde personel açığının en fazla olduğu alan bilişim ancak diplomalı işsizler arasında %16’lik oranla ikinci sırada bilgisayar mühendisliği v.b. bölümlerden mezun olanlar geliyor.
Yani ülkemizde en fazla açığın olduğu alan aynı zamanda en fazla diplomalı işsizin de olduğu alan… Bu durum, kaliteli eleman ihtiyacını ve üniversitelerin de bu ihtiyacı gideremediğini ortaya koyuyor.
Ve bakıyorsunuz son yıllarda üniversite mezunlarının artık her kapıyı çalıp tüm çareleri tükettiği bir anda yeni bir umut ışığı olarak üniversiteye girip akademisyen olmak bir kurtarıcı olarak ortaya çıkıyor.
Normalde işine adanmış bir akademisyenin en büyük kaygısı araştırma yaptığı alana nasıl bir katkıda bulunacağı; hayatı boyunca hiç önemli bir çalışma yapıp yapamayacağı; alanında küçük katkılar sağlayan ama çok sayıda yayın mı yapacağı yoksa az sayıda ama büyük önemi olan çalışmalara mı imza atacağı gibi konularken artık yavaş yavaş karşımıza profesyonel akademisyenler diyebileceğimiz bir kitle çıkıyor.
Profesyonel akademisyenler yani akademik çalışmalarını nitelikten çok nicelikle ölçüp yazdıkları makale sayısını başına devletten alacakları paranın hesabını yapanlar; yaptıkları danışmanlıklar sayesinde üniversite hayatını tamamen unutanlar; son çare olarak nasıl olsa garanti meslek deyip akademik hayata başlayan ve sonra güç belada olsa tutunmaya çalışanlar; üniversitede bulunmayı tamamen politik ajandalarının bir parçası olarak benimseyip yönetici kariyerlerine devam etmek amacıyla üniversite bulunanlar ve niceleri…
Sonuç mu? Son yıllarda dünyada eşi benzeri görülmemiş derecede çalıntı ve sahte makale olayı Türkiye’de yaşanıyor. Hem de uluslararası boyutta…
2013 Leiden Sıralaması verilerine göre Matematik ve Bilgisayar Bilimleri alanında yapılan bilimsel çalışmalarda, Ege Üniversitesi, Stanford Üniversitesi’nin hemen ardından dünyada 2. Sırada!.. Nasıl mı? Ege Üniversitesi’nde matematik ve bilgisayar bilimleri alanında 210 yayın yapıldığı bunlardan 65 kadarının da sadece bir akademisyene ait olduğu ortaya çıkıyor. Matematik alanında bir yılda 65 yayın!.. Bu yayınlardan bir kaçının intihal olduğunun görülmesi üzerine, yayınlayan dergiler makaleleri geri çekiyor ve olayın detaylı araştırması başlatılıyor. Bu ilk mi? Tabii ki hayır ne ilk ne de son. Son 5-6 yılda yaşayıp kendimizi dünyaya rezil ettiğimiz olaylardan sadece sonuncusu.
Peki sahtekarlıklar sadece akademisyenlikte mi? Tabii ki hayır. Sporda her zaman ama ufak tefek rastlanan sahtekarlıklar Akdeniz Oyunlarına katılan atletlerimizin büyük kısmının dopingli çıkması ve Dünya Atletizm Federasyonu’nun Türkiye’yi gelecek yıl yapılacak olan Dünya Şampiyonasından men etmeyi değerlendirmesi ile iyice rezalet boyutunu almış durumda.
Temelde belirli bir adanmışlık ve ancak amatör ruhla yapıldığında başarının geleceği işlerde; bilimde, sporda… Neden artan bir biçimde sahtekarlığa başvuruyoruz? Neden artık her alanda sahtekarlığın çok kolay bir biçimde belirleneceğini bilmemize rağmen yakalanmayacağımızı düşünüp gerçeklikten bu kadar uzaklaşabiliyoruz?
Bertrand Russell’ın çok sevdiğim bir sözü var;
“Dünyanın en büyük sorunu radikallerin ve aptalların kendilerinden çok emin olup, zeki insanların kendilerinden her daim şüphe etmesidir.”
Ülkemizde de kendinden bu kadar emin bir şekilde dünya kadar sahtekarlık, hile ve hurda yapan insanların sayısının artması sizce de git gide radikalleştiğimizin bir göstergesi değil midir?!..