Savaşlar kutsanıyor, insanlar her gün ölüme yollanıyor, birarada yaşamak giderek zorlaşıyor. Sebepler ne kadar haklı olursa olsun savaşın etkileri yıllarca geçmiyor. Savaş kendi hukukunu, kendi ahlâkını, kendi geri dönülmez uzlaşmazlığını üretiyor.
Bu yazıyı, şehitlik gibi kilit bir kavramı sorgulamak için yazıyorum. Tarihsel anlatıların bu amaç uğruna nasıl oluşturulduğunu, geçmişin bugünkü şiddeti nasıl akladığını anlatacağım. Derdim, ölümü kutsayan, savaşı olumlayan, düşmanlığı doğallaştıran hikâyeleri bozmak
Yüksekova’ya bağlı Doğanlı köyünde bir şehit cenazesi. Sene 2010. Törene askerler de katılmış. Ayakta durmakta, hatta gözlerini açmakta zorlanan birini bir subay omzundan tutmuş, ona kısık bir sesle “Vatan sağolsun, şehadet ile gurur duyacaksınız” diyor. Muhatabının onu duyup duymadığı belli değil; sanki bayılmak üzere. Aniden görüntünün dışından bir ses “Biz gurur duymuyoruz,” diye haykırıyor. Kamera sağa doğru kayıyor. Öfkeyle sallanan bir kol giriyor önce görüntüye, sonra yirmili yaşlarının ortasında bir erkek: “Türk medyası, yayınla şunu!” İkinci cümlesini ederken ilk müdahaleler başlıyor. Önce kollarını indirmeye çalışıyorlar, sonra ağzını kapatmaya. Ufak müdahaleler giderek şiddetleniyor. Adam, bir yandan kendini engellemeye çalışanlara “Bi dakka!” diye bağırırken diğer yandan Recep Tayyip Erdoğan’ın askere gitmeyen oğlundan bahsediyor. İş tam bir güreşe dönerken bağırmaya devam ediyor:
“Ben yaşamıyorsam bu vatan sağ olmayacak. Ben yaşayacam, vatan sağ olacak… Ben ölüyorum. Ben ölüyorum.” İnsanın kulaklarında çınlamaya devam ediyor son sözleri.
Bu yazıyı, şehitlik gibi kilit bir kavramı sorgulamak için yazıyorum. Tarihsel anlatıların bu amaç uğruna nasıl oluşturulduğunu, geçmişin bugünkü şiddeti nasıl akladığını anlatacağım. Derdim, ölümü kutsayan, savaşı olumlayan, düşmanlığı doğallaştıran hikâyeleri bozmak (ve başka bir şekilde yeniden yazmak). Böylelikle savaşı soyut bir güzelleme olmaktan çıkarıp tarihsel-sosyal süreçlerle ilişkili bir güç mücadelesi olarak ele almak. Savaşın barındırdığı şiddeti ve iktidar mücadelesini ifşa etmek. Bu esnada en azından kısmen savaşın kaybedenlerinden, sonuçlarından, devletlerin kirli işlerinden, sömürüden bahsetmenin önünü açmayı umuyorum.
Bu çerçevede, şehitliğin kutsandığı üç savaşı yeniden ele alacağım. Fakat yeniden anlatacağım savaşlarda, şehitlik gurur duyulacak, sevinilecek, başkalarına da önerilecek bir kavram olmaktan çıkacak. Bunun için hikâyelerin sınırlı bir zaman-mekânı içeren, zıtlığa dayalı örgüsünden uzaklaşıp zamanda biraz ileri, az geri gideceğim. Olayların gölgesinde kalan başka coğrafyalara, başka faillere bakacağım. Gösterilen kahramanlıkların bazı başka hikâyelerin susturulmasıyla mümkün olduğunu göstereceğim.
Bugün hâlâ birçok savaş gazeteler, kitaplar, lise gezileri, filmler ve diziler aracılığıyla popüler kültürde yer buluyor. Ancak işin tuhafı şu: Savaşlara gösterilen yoğun ilgi, bu savaşların daha iyi bilindiği anlamına gelmiyor. Hatta tam aksine, savaşlar film, dizi ya da haber haline geldikçe rahatsız edici ayrıntıları siliniyor, ölüm seyirlik bir gösteriye dönüşüyor, drama etkisi artıyor. Özellikle şehitlik vurgusu taşıyan hikâyeler önemli bir dönüşüme uğruyor. Bir taraf (“bizim” taraf) her zaman haklı, diğer taraf ise kalleş ya da kandırılmış oluyor. Hatta bazı durumlarda karşı taraf insandan bile sayılmıyor. O anlamda şehitlik, aynı zamanda bir haklı olma iddiası. Her durumda bu kadar haklı olabilmek için ise çatlak seslerin susturulması, bastırılması, sahnede tek bir sesin kalması şart. Bu maksatla yaşananların başı-sonu kadrajdan çıkarılıyor, birtakım faillerin isimleri anılmıyor, bilgiler eksik veriliyor, sonuçlar çarpıtılıyor. Geçmişin belirli bir şekilde düzenlemesiyle, bazı hikâyeler sessizleştiriliyor. Savaşın bazı “çirkin” detayları görmezden geliniyor. Zaman duruyor. Parçalanan bedenler ve paramparça olan hayatlar soyutlanıyor. Saflar sıklaşıyor, taraflar ayrılıyor. Savaşın sebeplerini ve kime ne yapıldığını sorgulamak zorlaşıyor.
Söze, Türkiye’nin dışındaki bir örnekle başlayacağım. Ne de olsa başkalarının şehitleri, sınırın bu tarafındaki pek çok insana o kadar kutsal gelmez.
O anlamda sunacağım ilk örnek, Türkiye’de daha az insanın heyheyleneceği bir şehitlik hikâyesi, iki Müslüman ülkenin savaşı: İran ve Irak. İkinci olarak Çanakkale Muharebesi’ni ele alacağım. Muharebenin zaten çokça anlatılan seyrinden ziyade zamanı biraz geri alarak Çanakkale çevresinde örülü efsane bulutunun dışına çıkmaya çalışacağım. Ardından cepheden biraz uzaklaşıp, aynı anda yakın bir coğrafyada olanlardan bahsedeceğim. Kısaca, Çanakkale Muharebesi ve başka olaylar arasında resmi tezlere aykırı birtakım bağlantılar kuracağım. Son bölümde ise bir uydurma tarihin peşine düşeceğim. Hiç yaşanmamış bir olayın sanki yaşanmış gibi her sene nasıl kutlandığını anlatacağım. Trakya şehirlerinin Kurtuluş Savaşı sırasında doğru dürüst bir kahramanlık gösterememiş olmasının günümüzdeki (bir yandan komik bir yandan üzücü) yansımalarını aktaracağım. Umuyorum ki şehitlerin bir türlü ölemediği bu üzücü coğrafyada, tutulan yaslar yeni ölümleri kışkırtmak yerine barışa vesile olur. Bu yazıyı, savaşlarda yakınlarını kaybeden insanlar için yazıyorum.
Yazının devamına aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
1. Bölüm:İran-Irak Savaşı
2. Bölüm: Çanakkale Muharebesi
3. Bölüm: Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Trakya’da neler oldu?
Yazar: Sezai Ozan Zeybek
Bu yazılar “Öl Dediler Öldüm” Türkiye’de Şehitlik Mitleri isimli kitaptan derlenmiştir. Yazının orjinaline ve kaynakçalara buradan ulaşabilirsiniz.