Savunma
Fikret Başkaya’nın 21 Mart 2019 da, Ankara 21’inci Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı savunmadır
Mahkemenin sayın başkanı, sayın üyeler…
7 Kasım 2016’da, Özgür Üniversite’nin internet sayfasında yayınlanan, “Asıl terör devlet terörüdür“, başlığını taşıyan yazıda, ‘terör örgütü propagandası’ yaptığım ileri sürülerek, savcı Yarcan Mutlu tarafından 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2 maddesi gereğince, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmam talep edilmektedir…
Teröre karşı yazılmış, daha da ötede, terörü lânetleyen bir yazıda, terör örgütü propagandası keşfetmek, her halde, sayın savcının ‘yüksek yeteneğiyle’ açıklanabilirdi… Nitekim, 43 sayfalık iddianamenin, 29 sayfasında, PKK’nin tarihi anlatıyor, geri kalan 11 sayfada da ‘Terör örgütü propagandasına” dair bilgilere yer verilmiş. İddianamenin benimle ilgili kısmı sadece bir sayfa… Dava ile ilgili olmayan o iki parçanın bir yerlerden alınıp, bir sayfalık iddianın önüne monte edildiği anlaşılıyor… Dolayısıyla bu ‘gayri ciddi’ bir iddianamedir. Hiç bir asgari tutarlılığa ve inandırıcılığa sahip değildir… Üstelik mahkemenizi de boş yere meşgul etmektedir…
Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2 maddesinde tarif edilen suçun oluşması için gereken eylemler; “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermek, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini övmek, bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapmak” olarak tanımlanmıştır… Benim yazımın hiç bir yerinde söz konusu unsurların zerresi bile bulunmamaktadır… Yazıyı okuyan ‘ortalama biri’ asla öyle bir amacın mevcut olmadığını rahatlıkla teslim edecektir. Acaba sayın savcı, yazının neresinde bir örgütün eylemlerini meşru gösteren, öven veya o yöntemlere başvurmayı teşvik eden bir şeyler bulmuştur?
Oysa benim böyle bir yazı yazmaktaki amacım, terör ve terörist kavramlarına açıklık getirmek, egemenin söylemini açık etmek, söylemle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir etmektir… Bir örgütün propagandasını yapmak asla söz konusu değildir. Terör kavramı siyasi literatüre Büyük Fransız Devrimi döneminde girmiştir ve ilk defa Kasım 1794 de telaffuz edilmiştir. 5 Eylül 1793- Temmuz 1794 arasındaki rejime verilen addır.
Bizim dilimizde terörün karşılığı tedhiştir ve tedhiş, ‘dehşet verme, dehşete düşürme, şaşırtma, korkutma, yıldırma’ demeye geliyor. Oysa, Bir baskı ve şiddet yöntemi olarak terör, devletin tanımında vardır, onda mündemiçtir ve devletle yaşıttır. Devlet, şiddet kullanma tekeline sahip yegane aygıttır. Bidayette de baskı, şiddet, korku, yıldırma, korkutmaya sayesinde, zora dayanarak tesis edilmiştir ve varlığını şiddeti, baskıyı, terörü sürekli kullanarak, manipüle ederek sürdürmüştür… Fakat egemen söylem devletin kendi şiddetini, kendi tedhişini tedhiş, kendi terörünü terör saymaz. Zira, neyin terör, kimin terörist olduğuna devletin adamları, onların akıl hocaları, egemen ideolojiyi/resmi ideolojiyi üretip yayan bilimi kendilerinden menkul zevat, “konunun uzmanı” denilenler karar verir… Boşuna, “nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir” denmemiştir… Bir devlet ne kadar büyükse, ne kadar güçlüyse, tedhiş [terör] uygulama, dayatma yeteneği de o kadar büyüktür. Şimdilerde terörle mücadelenin sembolü sayılan Amerika Birleşik Devletleri en büyük terörist devlettir. Tabii en büyük teröristin ‘terörle mücadelenin sembolü’ sayılması da rahatsız edici bir ironidir… ABD’nin İkinci Emperyalist Savaş sonrasında Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Orta-Doğu’da 55-60 milyon insanı hunharca katletmesi ‘devlet terörü’ değil miydi?
İkinci dünya savaşı sona erdiği halde, ‘uygar dünyanın’ sembolü ABD, ürettiği yeni kitle imha silahını denemek amacıyla, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıp, ilk anda 220 binden fazla insanı öldürülmesinden, geri kalanların da o gün bu gündür rodyoaktif zehirlenmeye maruz kalmasından, doğanın tahrip edilmesinden daha büyük terör olur muydu? Aynı şeyi devlet dışı, devletin terörist saydığı herhangi bir örgüt yapabilir miydi? Bir şey daha var: ABD’nin işlediği bu utanmaz cinayet, bu insanlık suçu, bir de Uygar Batı’da bir “bilimsel devrim”, bir “bilim harikası” sayılıp kutsanmıştı…
Arjantin’de Amerikancı askeri cuntanın 1978-83 aralığında 20 binden fazla muhalifi uçaklardan okyanusa atması, insan yağmuru da denilen bir devlet terörü değil miydi… Öyle bir vahşeti herhangi bir terör örgütü gerçekleştirebilir miydi? Siyonist İsrail Devletinin 1948’den beri Filistin halkına reva gördüğü de bir devlet terörü değil mi? Başta ABD, AB ve kolektif emperyalizmin uşağı olan devletler tarafından terör sayılıp hiç lânetlendi mi?.. Öyle bir şey mümkün müdür… Siyonist rejimin destekçilerinden öyle bir şey beklenebilir miydi?
Kaldı ki, devletler tarafından terör örgütü sayılan örgütlerin arkasında da ekseri devletlerin olduğu gerçeği gözlerden kaçırılıyor. Terör Örgütü denilenler, genellikle devletler tarafından, onların istihbarat örgütleri tarafından peydahlanıyor, manipüle ediliyor, eğitilip-donatılıp sahaya sürülüyor, finanse ediliyor…
Devletlerin ve mülk sahibi sınıfların medyası, burjuva siyasetçileri, ‘terör uzmanı’ denilen zevat ve akademinin çok unvanlı efendileri gerçeği gizlemekte, yalanı büyütmekte kusur etmiyorlar… Mesela, Afganistan’da Ruslara karşı savaştırılan Taliban, bir ABD- Suudi ortak yapımıydı. Başlarda ‘Uygar Batı’da onlara “özgürlük savaşçıları’ deniyordu. Aynı örgüt ve türevleri daha sonra nasılsa katli vacip ‘terör örgütü’ sayıldılar, üstelik Afganistan’a emperyalist müdahalenin gerekçesi de yapıldılar… Bu, başlı başına terörün emperyalist çıkarlar için nasıl manipüle edildiğinin, nasıl kullanıldığının tipik bir örneğidir… Dolayısıyla, “terörle mücadele söyleminin” asıl işlevi, terörü bahane ederek, haklı direniş hareketlerini etkisizleştirmek, özgürlük taleplerini püskürtmek, sınırlı demokrasi ve özgürlükleri yok etmek, baskıcı-despotik rejimleri dayatmak, başta ABD olmak üzere, emperyalistler tarafından ‘muteber sayılmayan’ devletleri çökertmektir…
Bu vesileyle yasallık/ meşruluk ilişkisini de hatırlamak gerekiyor. Zira, her zaman yasallıkla meşruluk veya yasal olanla meşru olan arasında doğru yönde bir ilişki yoktur. Her durumda yasal olan meşru olan değildir. Nitekim bir diktatör: Sıkı yönetim ilan ettiğimize göre, artık yasal olarak öldürebiliriz”demişti… 12 Mart, 12Eylül Amerikancı/NATO’cu askeri darbe dönemlerinde sıkı yönetim koşullarında yapılanlar devlet terörü değil miydi? Devlet kendi şiddetini, kendi terörünü “yasalara uyduruyor”. Terör, şiddet, tedhiş yasal olunca sorun çözülmüş mü sayılıyor?
Esasen, terör, terörist ve terörle mücadele söylemi, devlet terörünü gizlemeye, görünmez kılmaya yarıyor. Ya da aynı anlama gelmek üzere, devletin yaptığı terör sayılmıyor! Öyle ya “kutsal devlet” öyle bir şey yapar mıydı? Terörün faili her zaman başkasıdır… Bu ülkede sayıları binlerle ifade edilen ‘göz altında kayıplar’, “faili meçhul cinayetler” denilenler de aslında devlet terörü değil midir? Bir insan ‘göz ününde olsun’ diye göz altına alınır… Polis, jandarma ve asker insanları göz altına alıyor, bir de bakıyor ki, göz altına aldığı buharlaşmış… Bu saçmalığı kim ciddiye alabilir? Cumartesi Annelerine bak anlarsın… denecektir! Binlerle ifade edilen ‘göz altında kayıp’, ‘faili meçhul cinayet’ olur mu? Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir ve şeylerin gerçeğini söylemek de entelektüelin, misyonu ve varlık nedenidir… Elbette gerçeği söyleyenin düşmanı da çok olur. Santiago Rámon y Cagal şöyle diyordu: “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!”
Roboski’de 18’i çocuk, 34 kişinin katledilmesi bir devlet terörü değil miydi? 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın bedenine isabet eden 13 kurşunla katledilmesinden daha büyük terör olur muydu?
Harika yazar, dünya güzeli Sabahattin Ali’nin hunharca katledilmesi bir devlet terörü değil miydi? Bu devlet, bu rejim, özgür düşüncenin, özgürlüklerin ve demokrasinin iflah olmaz düşmanıdır. Muhalifi düşman, farklı düşüneni hain sayıyor ve öyle muamele ediyor… En değerli yazarlarını, şairlerini, düşünürlerini, sanatçılarını, bilim insanlarını, gazetecilerini katletmediği zaman, mahpushanelerde çürütmüş, işsiz ve aç bırakmış, sürgüne zorlamıştır… Lâkin bir şey var: Özgür düşünceyi, özgür tartışmayı, ifade özgürlüğünü yasaklayan bir rejim, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker…
Fakat devlet her zaman ‘kendi yasalarına’ uyma gereği de duymaz… Devlet bütçesinde “Örtülü Ödenek” diye bir kalem vardır. “Örtülü Ödenek” demek, yasa dışı, ahlak dışı, gayri meşru, insanlık suçu kategorisine giren, ‘kirli işler’, yapılacak, insanlık suçu işlenecek demektir. Örtülü ödenek, ‘halkın duymaması, bilmemesi gereken’ kirli işler için ayrılır… Devletin ‘kendi yurttaşlarından’ gizleyeceği bir şeylerin olması, meşru mudur, kabul edilebilir bir şey midir? Bu durumu eleştirmeye kalktığınızda da cevap hazırdır: “O bütün devletlerde vardır” … Bütün devletlerde olunca yapılan meşruiyet ve masumiyet mi kazanıyor? Hani su-î misal emsal olmazdı…
2009’da, İstanbul’daki KCK eylemlerinde belediye otobüsüne molotof atılmıştı. Otobüste bulunan 17 yaşındaki Serap Eser yanmış, 29 gün sonra da vefat etmişti. Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, İstanbul Küçükçekmece’de lise öğrencisi olan Serap Eser’in İETT otobüsünde yanarak yaşamını yitirmesine neden olan molotof kokteylini atan kişinin MİT elemanı olduğunu açıklamıştı… Bu, faili devlet olan bir terör eylemi değil miydi?
“6-7 Eylül muhteşem bir örgütlenmeydi” diyen, eski Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri,emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun: ” Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini arzu ederseniz, sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şeyler yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harpte bir kural vardır: Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela…”General’in söylediklerinden, devletin bir işinin de ‘topluma tuzak kurmak’ olduğu anlaşılıyor…
Düşünceyi engellemek de , entelektüeli caydırmak da mümkün değildir…
O halde sadede gelebiliriz… Hiç bir ‘terör örgütü propagandası’ iması dahi içermeyen bu yazı neden dava konusu yapılmış olabilir? Aslında amacın düşünceyi yasaklamak, sansürü ve oto-sansürü dayatmakla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür yasaklar sadece cezalandırılmak istenen kişiyi hedef almaz… Benzer şeylere tevessül etme potansiyeli olanların önünü kesmeyi de amaçlar. Her ne kadar sansür, baskı ve yasaklar sadece aykırı, muhalif, yeni ve orijinal fikirleri ortaya atanlara yönelse de, kapsam ve etkinlik alanı sanıldığından daha geniştir. Birilerine yönelik baskı, egemenler tarafından başkalarını “ehlileştirmenin” bir aracı olarak görülür. Düşüncelerinden dolayı birilerini cezalandırmak, başkalarını korkutmayı, gözdağı vermeyi amaçlar. İnsanlar, şunu yazar, bunu söyler veya resmedersem başıma bir iş gelir mi? sorusunu sormaya başladıklarında artık sansür ‘içselleşmiştir’… Oysa, sansürün ‘içselleştirildiği’, ‘olağanlaştırıldığı’ bir toplum, bilimsel, estetik, entelektüel yaratıcılığı ve dinamizmi dumura uğramış bir toplumdur ki, öyle bir toplumun sorun çözme yeteneği de kaçınılmaz olarak zaafa uğrar…
Entelektüel işlev sadece bazı yeni, aykırı, orijinal fikirleri ortaya atmaktan ibaret değildir. Entelektüelin gerçek anlamda entelektüel sıfatını hak edebilmesi için söylediklerinin, savunduğu fikirlerin gereği olan bir ‘duruş’ da sergilemesi gerekir. Velhasıl, sözünün eri olmayan birinin entelektüel sayılması mümkün değildir. Entelektüel, hiçbir düşünce yasağına, hiçbir resmi ve egemen ideoloji kategorisine, hiçbir tabuya itibar etmez. O, hiçbir Kiliseye tâbi değildir. Julien Benda’nın zarif bir şekilde ifade ettiği gibi: “Entelektüel, tüm dünya yalan karşısında secde ederken bile, insanlık vicdanını savunabilendir”. Şöyle de söyleyebiliriz: Eğer baskı ve yasaklar onun bilincini hapsetmeyi amaçlıyorsa ki, öyledir, buna mutlaka itiraz etmelidir. Bilincini hapisten kurtarmak için vücudunun hapsedilmesini göze almalıdır… Tabii, gerektiğinde daha fazlasını da…
Entelektüel ‘uzman’ değildir. Uzman, sınırlı bir konuda bilgi sahibidir ama ‘bütünden’ habersizdir. Ağacı görür de ormanı görmez… Egemenlik sistemi, sömürü düzeni, uzmanı boşuna yüceltmez. Oysa hakikat [gerçek] bütündedir. Entelektüel bütüne odaklanır, şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi, şeylerin gerçeğini açık etmeyi amaçlar..
Eğer düşünce ‘gerçek düşünceyse’, onu engellemek, etkisizleştirmek mümkün değildir. Zira düşünce ifade edilip muhatabına ulaştığında, insanlar tarafından içselleştirildiğinde artık “gerçekleşmiştir”… Tabii, insanın kafasında bir şeyi tasarlaması, aklından bir şeyler geçmesi düşünce değildir. Ya da aklından öylesine geçen şeyler düşünce değildir. Eğer düşünce bir amaç için tasarlanmış, söylenmiş veya yazılmışsa ve muhatabı olan kitleye ulaşmış ve onlar tarafından içselleştirilmişse, düşünce sayılabilir. Ancak bu durumda gerçek anlamda düşünceden ve düşüncenin gerçekleşmesinden söz edilebilir… Bu yüzden, ‘düşünceler, fikirler kitleler tarafından içselleştirildiğinde, kitlelere mâl olduğunda maddi birer güç haline gelirler’ denmiştir. Bu niteliğinden ötürü de, gerçek düşünce baştan sona ‘soyut’ bir şey değildir. Dolayısıyla ‘düşünce özgürlüğü doğrudan sınıf mücadelesini angaje eden bir şeydir…
Nasıl çocuk doğmadan çocuk değilse, düşünce de ‘gerçekleşme olmadan’ düşünce değildir. Aynı kapitalist toplumda ‘artı-değerin’ gerçekleşmesinde olduğu gibi… Nasıl, kapitalist toplumda ‘gerçekleşme’ ancak üretilen mal satıldığında gerçekleşiyorsa, düşünce de hedef kitleye ulaşıp-içselleştirildiğinde gerçekleşmiş olur. Artık o aşamadan sonra yazılanı, söyleneni, resmedileni, vb. yasaklamanın, cezalandırmanın bir kıymet-i harbiyesi, bir anlamı yoktur…
Her halde “düşüncenin gerçekleşmesi” dediğime en çarpıcı, en öğretici örnek, Galileo Galilei’nin serüveni olabilir. XVII’inci yüzyılda yaşamış olan Gelileo Gelilei, bilimsel araştırmalarının sonunda geçerli hakim düşünce sisteminin, dönemin egemenlerinin asla kabullenemeyeceği bir şey söyledi, yeni bir tez ortaya attı: “Sabit olan, hareketsiz olan dünya değil, güneştir, güneş dünyanın etrafında dönmüyor, dünya güneşin etrafında dönüyor” dedi. Böylece dönemin egemen ideolojisinde, egemen düşünde sisteminde büyük bir gedik açılmış oluyordu… Katolik Kilisesinin Kardinalleri bunu kendi düşünce sistemlerine ve egemenliklerine yöneltilmiş büyük bir saldırı saydılar ve harekete geçtiler. Galileo Galilei, 22 Haziran 1633’de, Roma’da, Santa Maria Sopra Minevra kilisesinde kurulan Engizisyon Mahkemesinde, Kardinaller tarafından yargılandı. Gerçi Galileo, mahkemede geri adım attı, iddiasını geri aldı, inkâr etti ama artık iş işten geçmiş, ok yaydan çıkmış, su köprüyü bölmüş, , “düşünce gerçekleşmişti”. Galileo Galilei, mahkemede entelektüele yaraşır bir tavır ortaya koyamasa da, insanlık ve uygarlık tarihinde yeni bir çağın habercilerinden biri olacaktı… Böylece, modernite ve aydınlanma devrimine giden yol aralanmış oluyordu…
Dava konusu yazıyı bahane ederek beni cezalandırmak beyhude bir çaba olur, zira ‘düşünce gerçekleşmiş”, amaç hasıl olmuş bulunuyor… ‘Düşünceyi engellemek mümkün değildir” derken söylemek istediğim budur…
Maruzatım bundan ibarettir… Saygılarımla…
Fikret Başkaya
Dünyalılar