İnsan, çok uzun bir süre kadının nasıl olup da dünyaya çocuk getirdiğini anlayamadı. Anlayamadığı için kadından korktu, korktuğu için kadına saygı duydu, önünde eğildi. Çünkü kadın doğaydı, tıpkı doğa gibi yeniden üretiyordu, bir döngüsü vardı tıpkı doğa gibi. Yoktan bir canlı var edebiliyordu, bu yüzden korkulası bir güçtü.
Sonra erkek kadının doğurmasında kendi parmağı da olduğunu fark etti. Doğayı konrtol altına aldığı gibi kadını da kontrol altına alabileceğini düşündü. Bunun için kadının doğurganlığının önemini azaltmak için kendi sperminin öneminin altını çizmeye başladı. Üremeyi kendi kontrolüne aldı, kimin kimden çocuk sahibi olacağına karar vermeye başladı. Kadından geçen soyu kendine çevirdi. Babasoyluluğu icat etti, ataerkiyi icat etti.
İnsan da salt insan değildi artık: Erkek ve kadın vardı. Artık erkek egemendi, soyun atası, hayvanların sahibi, toprağın sahibi ve kadının sahibi. Artık erkek ve kadın eşit değildi. Kadın hayvanlardan sonra ikinci öteki oldu. İşte hemen hemen bu zamanlarda girdi söz devreye. Söz, Tanrı’nın sözü olarak insanlık alemine indi. Tanrı’nın sözü de kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını söyledi. Böylece kadının ikincilliği Tanrı’nın sözcüsüyle iletildi insanlık alemine. Böylece kadının ötekiliği ilahi olarak tescillendi.
Tabii ki o söz sadece kadından bahsetmedi. Tanrı bir şeyler dedi, sonra yeni şeyler söyledi, sonra söylediklerinin yanlış anlaşıldığını düşünüp yeni bir şeyler daha söyledi. Böylece Tanrı’nın sözü yeni ötekiler yaratmakta gecikmedi. Museviler, Hristiyanlar, Müslümanlar, inançsızlar… Sonra her bir din kendi içinde yeni ötekiler yarattı, bölündüler, ayrıştılar; protestan oldular, katolik oldular, alevi oldular, sünni oldular, oldular da oldular. Ötekini yok etme uğruna çok kanlar döküldü, kan döküldükçe daha bir öteki oldular birbirlerine.
Hülya Erdoğan’dan alıntılanmıştır
www.dunyalilar.org