12 Eylül darbesi, zaman dizimi olarak 24 Ocak 1980 yılında Turgut Özal’ın ve Demirel hükumetinin sorumluluğunda alınan ekonomik kararlardan sonra geldi. Ancak 12 Eylül’ü 24 Ocak kararlarının sonucu olarak görüp, aralarında basit bir neden-sonuç ilişkisi aramak doğru olmaz. 24 Ocak ve 12 Eylül, Türkiye’de sermaye birikim modelinin tıkanmasının, sermayenin iç fraksiyonlarının politik ve ekonomik çelişkilerinin, belirgin bir program ve iktidar talebine dayanmayan kitlesel hareketin ve tüm bunları kapsayan dış politik gelişmelerin ortak ve bağlantılı sonucudur.
Dış bağlantı, Türkiye’nin Ekim 1979 tarihinde yani 1980 darbesinden önceki son seçim ayında ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın isteği üzerine Washington’da yapılan ilginç bir toplantıda verilen “vaaz”la ilk işaretini ortaya koyuyor. Uluslararası Para Fonu reçetesine uygun olarak yürürlüğe konmuş ve çoğu askeri yönetimleri gerektiren stabilizasyon rejimlerini inceleyip gerekli dersleri çıkarmak amacıyla yapılan bu toplantıya Dünya Bankası Para Fonu ekseninin Türkiye ekonomisi otoritesi ve Türkiye’de oldukça iyi tanınan Prof. Anne Krueger de katılıyor. Prof. Krueger, iktisat politikalarına ilişkin olarak ilkesel düzeyde tedriciliğin savunulması gerektiğini, ancak çok zaman bunun başarısızlık demek olduğunu ve bu nedenle bütün işaretlerin birdenbire tersine çevrilerek politikalarda birdenbire toptan değişiklikleri uygulamaya koymanın zorunluluğunu savunuyor.
Başlangıçta değişikliklerin en azından iş çevreleri ve diğerlerinin rejimin gerçekten değiştiğini kavramalarına yetecek büyüklükte olmasını istiyor. Ayrıca, çok sayıda istikrar programının tümüyle, yetkililerin isteksizliği veya intibak dönemindeki siyasal baskılara siyasal olarak dayanamamaları nedeniyle çöktüğünü belirtiyor. Prof. Krueger, istikrar programının “istikrarlı” olması açısından güçlü bir iktidar istiyor. Bu arada, toplantıda söz alan bir başka uzman Türkiye açısından Özal adına başarı olarak yazılan ekonomi siyasetini adeta “vaaz” ediyor. Uzmana göre “Toplam banka kredilerinin genişlemesine katı sınırlama; başta döviz kuru ve faiz oranları olmak üzere enflasyonun gerisinde kalan fiyatlarda büyük ve sert ayarlama; ithalat kontrolleri ve yüksek gümrük oranlan türünden saptırmaların ortadan kaldırılması; egemen felsefeyle bir ölçüde tutarsız bir biçimde, temelinde ücret artışlarına katı sınırlamalar olan bir tür özel gelir politikası”. Aynı toplantıda bir başka uzman bu programı daha önce uygulamaya koyan Latin Amerika ülkelerine ilişkin olarak şu bilgileri veriyordu; “Latin Amerika’daki yakın Ortodoks istikrar programlarının arkasındaki gruplar, askerlerle ittifak halinde özel kapitalist sektörlerdir. Bunlar kaynakları tamamı ile özel kapitalistlere aktarmak için oldukça etkin çalışan bir siyasal çerçeve yarattılar. Bu süreç devletin rolünü azaltmayı ve işçileri disiplin altına almayı gerektirdi.”
Bu kapsam içinde tartışılan yeni birikim modeli, Türkiye’de 4. Beş yıllık Plan tartışmaları çerçevesinde gündeme getirildi. 1979 yılında da IMF ve Dünya Bankası’ndan alınan kredilerin diyeti olarak CHP hükumeti yukarıdaki anlayışı simgeleyen “Ekonomiyi güçlendirme programı”nı yürürlüğe koydu. İhracata yönelik ekonomi modeline uygun bu kararlar, hükumetin politik iradesinin toplumsal muhalefete açık yönleri ve eklektik yapısı nedeniyle istenen sonuçları vermedi. CHP hükumetinin istikrar tedbirlerini değerlendiren TÜSİAD, izlenen ekonomik politikayı genel hatlarıyla doğru, ancak “yavaş, tereddütlü, geç, etken olmaktan uzak ve tamamlayıcı öğelerden yoksun” (TÜSİAD 1980 s.29) bulduğunu açıkladı.
İstikrar arayışı Ekim 1979 seçimleri sonrasında “etkin” uygulayıcısını Demirel hükumetinde buldu. CHP’nin başlattığı ekonomik önlemler hattı 24 Ocak’da güçlendirilerek sürdürüldü. Genel hatlarıyla doğruluğu vurgulanan CHP politikası, AP hükumetinin “güçlü” ellerinde nitelik ve nicelik olarak yenilenip büyük iş çevrelerinin açık tercihiyle uygulamaya konuldu. Ancak, bu önlem paketinin açılması önceki önlem paketlerinden farklı bir durum ortaya çıkardı. Türkiye yeni bir birikim modeline geçiş yapıyordu. Bu birikim modelinin amaçları kısaca şöyle özetlenebilir; ihraç edilebilir ürün fazlasını sağlamak için bir yandan üretim arttırılacak, diğer yandan iç talep kısılacaktır. Üretimi aksatan, yavaşlatan, durduran eylemlere engel olunmalıdır. Ücretler sınırlandırılmalıdır. Tarım girdisi kullanıldığı için tarım ürünlerinin taban fiyatları düşük tutulmalı, bu olmadığı takdirde iç ticaret hadleri tarım aleyhine, sanayi lehine düzenlenmeli ve bu amaçla sanayi mallarının fiyatları arttırılmalıdır. Kısa vadede duran ekonomi harekete getirilip kullanılmayan kapasiteler kullanılır hale getirildikten sonra, ekonominin büyütülmesi, orta vadede ele alınarak IMF’yla uzlaşma halinde uzmanlaşılacak sektörleri belirleyip yatırımları yapmak gereklidir. Bu şekilde üretim artışı sağlandıktan sonra, iç talebi kısmak için de fiyatların arttırılması gereklidir. Ücret ve maaşlara da sınır konulduğunda iç talep kısılabilecektir. Böylece bir yandan üretim artışı sağlanırken, diğer yandan iç talep kısılarak ihraç edilebilir ürün miktarı arttırılmış duruma gelecektir.
Bu amaçlar çerçevesinde uygulamaya konulan tedbirler ise şöyle sıralanabilir: Sürekli devalüasyonlar; (metropol, ülkelere ucuza ihraç edilen ürünler bu ülke işçi sınıflarının beslenme, giyim eşyası vs. tüketim mallarını oluşturmakta böylece metropol ülkede ücretlerin ortalama düzeyinin düşük kalması ve kar oranlarının yüksekliği bağımlı ülkenin devalüasyonları ile güvenceye alınmaktadır.) 25 Ocak 1980’de 47 TL olan 1 ABD doları, 5 Ağustos’da yapılan seri devalüasyonlarla 80 TL oldu. KİT ürünlerinin fiyatları serbest bırakıldı. Özel sektör ürünlerine büyük zamlar yapıldı. Çay, şeker, et, Sümerbank mamulleri gibi halkın temel tüketim mallarını oluşturan ve “ücret malları” denilen ürünlere uygulanan sübvansiyonlar kaldırıldı. Bunun sonucunda üretici sınıfların yaşam standartları düşürüldü. Bu arada kömür, elektrik, deniz ve demiryolları taşımacılığı türünden sanayicilerin üretim ve dolaşım maliyetlerini ilgilendiren alanlarda sübvansiyonların sürdürülmesi kararı alındı. Yabancı sermayeyi teşvik tedbirleri alındı. İhracatı ve ithalatı teşvik edici kararlar aynı zamanda yürürlüğe kondu. Faiz kararnamesi ile faizlerin serbestçe tayini imkanı sağlandı. Toplu sözleşme koordinasyon kurulu adı altında bir organ oluşturularak DPT’na bağlandı. Ve KİT’lerde yapılacak toplu iş görüşmelerinde koordinasyonu gerçekleştirdi. Bu amaçlar çerçevesinde 77 kez grev ertelemesine gidilerek 133.000 işçinin greve çıkması ertelendi.
24 Ocak ekonomik karar ve uygulama birimlerinin tek bir komuta merkezine bağlandığı bir düzenlemeye eşlik etti. Devlet içinde üst düzey işveren kuruluşları ile bağlantılı ve fiilen her türlü siyasi ve yasal denetimi imkansız kılan otoriter bir yapı oluşturuldu. Başbakanlık Müsteşarlığı adı altında örgütlenen, ancak yetkileri ve gücü ile bir iç kabine görüntüsü veren bu yapılanmanın başına eski MESS başkanı, Sabancı Holding genel koordinatörü Turgut Özal getirildi. Çeşitli bakanlıklara ve onlara bağlı alt kurumlara ait önemli yetkiler, çıkarılan kararnamelerle Başbakanlık Müsteşarlığına devredildi. Bu bağlam içinde Ticaret, maliye, sanayi ve teknoloji bakanlıkları ile DPT’nca sürdürülen yabancı sermaye ve teşvik uygulamalarına ilişkin değerlendirme, teşvik, gayrı-maddi haklar, tescil, denetim yetkileri bu kurumlardan alınarak Başbakanlık Müsteşarlığı’na bağlı “Yabancı sermaye Teşvik ve Uygulama Kurulu’na verildi.
Ayrıca, dış ticaret rejimi ile kotaların esaslarını saptamak, batı ile olan ilişkilerde koordinasyonu sağlamak, önemli projeler arasında koordinasyonu kurmak ve yüksek planlama kuruluna önerilerde bulunmak üzere müsteşarın başkanlığında bir “koordinasyon kurulu” oluşturuldu. Merkez Bankası’nın para ve kredi konularındaki yetkilerine el konularak, “Para ve Kredi Kurulu” adı altında Başbakanlık Müsteşarlığı’na bağlı bir organ, bu yetkileri devraldı. Bu düzenlemelerle, yabancı sermaye, dış ticaret, önemli projelerin yapımı, para ve kredi gibi ekonominin ve dış politikanın kilit alanları ile ilgili konularda işveren örgütlerinin itibarlı üyesi T. Özal karar mercii haline getirildi ve 12 Eylül öncesinde sermaye ekonomik bürokrasi içinde kendi “darbesi”ni gerçekleştirmiş oldu. Ancak T. Özal’ın böyle bir organizasyon içinde tüm sermaye kesimlerini temsil ettiği görüşü gerçekçi olmaz. Özal’ın bakanlıklar ve ekonomik bürokrasiyi hedef alan müdahalesi en çok TÜSİAD tarafından desteklenmiştir. Nitekim TÜSİAD eski genel sekreteri G. Uras daha önce şu önerilerde bulunmuştu. “Yabancı sermayeli kuruluşlar bakımından önemi, olan, tüm devlet bürokrasisi içinde tek ve yetkili bir sorumlu kuruluşun belirlenmesidir. 6224 sayılı kanun uygulanmasında yetkilerin bakanlıklar arasında dağıtılmış olması, gerçekleştirmeyi güçleştiren etkendir. Fakat Devlet Planlama Teşkilatı’nda Müsteşar’a bağlı bir sorumlu koordinatör tayini mevcut şartlarda en iyi çözüm yolu olarak görülmektedir.”
Yabancı sermaye ilişkileri temelinde ekonomik bürokrasinin merkezi bir yapıya kavuşturulması, bu formülasyona harfiyen uyularak gerçekleştirilmiş, TÜSİAD “kamu yararına” bağlılığını bir kez daha kanıtlama olanağını bulmuştur. Turgut Özal’ın ekonomik karar merkezlerinde büyük sermayeyi temsili, Türkiye’de 12 Eylül öncesinde sermaye kesiminde yaşanan çıkar bölünmesi ve politik irade krizinin çözümü ile yakından ilgilidir. Sanayi sermayesi, ticari sermayenin üretimi kısıtlı KİT ürünlerinde sübvansiyondan elde etliği büyük karların engellenmesini istemektedir. Tüccara giden ranta engel olmak amacıyla tekelli sermaye ortaya çıkan ekonomik artığın sanayi alanında kullanılmasından yanadır. Bunun yanında KİT zararlarının kapatılmasında kullanılan ve dolaylı olarak ticari sermayeye aktarılan Merkez Bankası kaynaklarının kredi olarak tahsisini talep etmektedir.
Ayrıca Egemen Blokun diğer üyelerinden olan toprak ağası, tefeci-tüccar kesiminin el koyduğu ticari kâr, rant, toprak kirası türünden prekapitalist ilişkilere dayalı ekonomik mekanizmaları da ortadan kaldırmak amacıyla TÜSİAD tarafından bu dönemde öneriler getirilmiştir. Prekapitalist üretim alanlarında atıl duran ekonomik kapasitenin harekete geçirilmesi için bu ilişkilere dayanan güçlerin siyasi yönden etkilerinin kırılması gündeme alınmış, ancak çatışma ertelenmiştir. Bu çatışmayı 1980 öncesinden hatta 12 Mart’tan başlayıp irdelemek mümkündür. Ancak konunun bu yönüne yeri geldikçe değinmek üzere, 24 Ocak’la simgelenen dönemde işçi sınıfının durumuna bakalım. 12 Eylül döneminin ünlü YHK uygulamalarından önce Demirel hükumetinin Turgut Özal’ın kontrolünde yürürlüğe koyduğu dikkate değer bir kurula tekrar değinmekte yarar var. Anımsanacağı gibi, Toplu sözleşme Koordinasyon Kurulu, KİT’lerde yapılan toplu iş görüşmelerini koordine etmek amacıyla kurulmuş, ancak bu kurulun yetkilerinin sadece kamu kesimiyle sınırlı olmayıp özel kesimi sözleşmeleriyle de ilgili olduğu özel ve kamu kuruluşlarına Turgut Özal tarafından gönderilen bir genelgeyle ortaya çıkmıştır. 12 Eylül’de uygulamaya konulan işçilere yönelik ağır baskının “önsöz”ü niteliğinde olan Özal Genelgesi şu ilginç hükümleri taşıyordu:
Sözleşmelerde yönetime müdahale niteliğindeki hükümler yer almayacak, bir önceki sözleşmede böyle hükümler mevcutsa, bunlara istişari bir şekil verilecektir. (Yönetime müdahaleden, üretim planlaması, üst düzeyde sevk ve idare vb. gibi hususlar anlaşılmalıdır.)
Daha önceki sözleşmelerde yer alan hükümler dışında ek mali yükümlülükler getirecek yeni maddelere yer verilmeyecektir.
Kıdem tazminatına esas süreler arttırılmayıp aynen muhafaza edilecek, yeni işe alınan işçilerin kıdem tazminatı, her yıl için 30 gün olacaktır.
Sözleşme süresi iki yıldan az olmayacaktır.
Yıllık ücretli izin süresi uzatılmayacaktır.
Haftalık çalışma saatleri daha aşağı indirilmeyecektir.
Bu genel prensipler, hem özel, hem de kamu sektörü için geçerli olacaktır” (13 Haziran 1980 tarihli Bakanlık Müsteşarı T. Özal imzasıyla yayınlanan Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu ‘nun tebliğ ettiği “Esaslar” konulu genelge) TSKK ile ilgili genelgede T. Özal, özel sektörün örgütlenmesini de istemekte, bu konuda şunları belirtmektedir; “Bunun yanısıra özel sektör kuruluşlarının en kısa zamanda kendi işkollarında işveren sendikalarına katılmalarında fayda görülmektedir. İşveren sendikaları bulunmayan işkollarında ise sendikalaşmaya gidilmesi yararlı olacaktır”.
Turgut Özal işverenleri, dağınık güçlerini birleştirmeye, işçi sendikalarına karşı birlik ve beraberliğe çağırırken Türkiye’nin geleceğine ilişkin otoriter planlara sahip bir cephe komutanı gibidir. Cephesini genişletmek isteyen Özal ve onun TÜSİAD ile ortak yürüttüğü “operasyon”a yasal görüntü sağlayan AP Hükumeti, sendikaların bir bölümünü de yanlarına almışlardır. Kamu kesiminde ağırlıklı örgüte sahip olan TÜRK-İŞ’e bağlı ve yöneticileri AP ve MHP’lilerden oluşan Bağımsız Çelik-ÎŞ, Türk Metal, Tek-Gıda İş sendikaları ile toplu sözleşmeler pürüz çıkarılmadan imzalanırken, Hava-İş, DYF-İş türünden sol görüşlü yöneticilere sahip sendikalara önemli güçlükler çıkarılmış, DYF-İş’in 45.000 işçi adına aldığı grev kararları Bakanlar Kurulu’nca iki kez ertelenmiştir. Türk-İş’in meşrulaştırmakta sakınca görmediği hukuk dışı bir uygulamanın ürünü olan TSKK, 12 Eylül’e giden süreçte sendikal mücadeleyi etkisizleştirmenin, toplu sözleşmeleri çıkmaza sokarak işçilerin ekonomik mücadelesini geriletmenin, sol yönetimli sendikalara güçlükler çıkararak işçi tabanı ile yönetimin bağlarını koparmanın aracı olmuştur. Ayrıca, ekonomik modelin uygulanabilmesi, düşük ücretleri ve otoriter bir disiplinle çalışmayı gerekli hale getirdiğinden, 1980 Ocak ayından Eylül’e kadar, “milli güvenlik ve memleket sağlığı” gerekçesiyle 133.000 işçiyi kapsayan 77 grev ertelemesine, hükumet tarafından karar verilmiştir. TÜSİAD’a göre: “Toplu sözleşmelerde ücret artışlarının en alt düzeyde tutulması, enflasyonun etkisini en aza indirmek için zorunludur.”
24 Ocak’ta bazı uygulamaları yürürlüğe konulan sermaye birikim modelinin işlerliği açısından, ücret, kıdem tazminatı gibi işçiye yapılan ödemelerin en alt düzeye indirilmesini isteyen serbest piyasa yanlısı sözde “liberal” işveren kesimi, devletin müdahalesini talep etmektedir. Rafet İbrahimoğlu’na göre: “Toplu sözleşme düzeninin, ücretleri aşırı biçimde arttırarak, maliyet enflasyonuna katkıda bulunmasından, işçi kesimi aslında bir yarar sağlayamamaktadır. Bu temel gerçeğin ışığında ve devletin önderliğinde konuya, işveren ve işçi kesimleri arasında varılacak anlayış birliği çerçevesinde yeni düzenlemeler getirilmesi, 24 Ocak 1980 kararlarının başarı şansını arttıracaktır.”130 Devletin, Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu temelinde kimden yana olduğunun açıklığa kavuştuğu ve büyük sermayenin ekonomik bürokraside temsilcileri T. Özal’la “darbe” yaparak, ekonomik karar tekelini ele geçirdiği düşünülürse, varılacak “anlayış birliği”ne devletin kimden taraf ve hangi yöntemlerle katkı yapacağı açıktır.
Bu arada, bürokratik incelik ve geleneklere sahip olmakla övünen bir ülkede, bir gece içinde “şok” kararlarla hukuk ve devlet yapısı altüst edilirken parlamentonun hangi işlevi yerine getirdiği de sorulması gerekli bir sorudur. Temsili demokrasinin iflası ile ekonominin ve hukukun iflasını eş zamanlı olarak ele almak ve bu oluşumu, kendini hazırlayan sürecin tepe noktasında 24 Ocak felsefe ve uygulamalarına bağlamak mümkün, hatta gereklidir. Burada vurgulanması önemli olan bir konu da AP azınlık hükumetini destekleyen MSP’nin tüm bu uygulamalardaki siyasi sorumluluğudur. 1990’lı yıllarda adil düzen sloganıyla ortaya çıkanlar, ekonomik karar süreçleri tekelli sermaye kesimi tarafından ele geçirilirken tepki göstermek bir yana, temsil ettikleri orta düzey ticari sermayenin çıkarlarını dahi koruma gayreti içinde olmamışlardır. Tüm bu uygulamalar, devletin iki ayrı yüzü olan demokrasi ile otoriter yönetimin hıza dayalı ayrımlaşması bakımından ilginç bir mantık dokusu ortaya çıkarmaktadır. Demokratik sistem içinde kararların genel oya dayalı parlamento mekanizmalarını zorunlu kılması, devletin sınıflar karşısında bir manevra alanının bulunması, hukukun evrensel ilkelerinin uygulanması, kitlesel canlılığın ve siyasal eylemin meşru kabul edilmesi esastır. Ancak tüm bu unsurların otoritenin hızını ve devletin topluma yönelik uygulamalarının etkinliğini azaltacağı açıktır. Otoriter sistemde ise devlet büyük bir hız ve bu hızda biriken şiddeti kullanarak koruduğu çıkarların, kendi koyduğu hukuk kurallarının dışına çıkma pahasına kabullenilmesini güvence altına alır.
Demokrasi-otorite-hız-hukuk diyalektiğinin Türkiye’deki işlerlik koşulları üzerine iş adamı Rahmi Koç’un görüşleri oldukça öğreticidir. Koç’a göre: 24 Ocak kararlarının 12 Eylül’den önceki ve sonraki dönemde uygulama farklılığının açıklaması şöyledir: “Büyük fark surdan ileri gelmekledir. 12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri .yönelim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise, tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamento da sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok. En büyük fark askeri yönelimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufumuzun olmasıdır.” Koç’un temsil ettiği otoriter “hız” anlayışının toplumsal bilançosunu tüm boyutlarıyla çıkarmak oldukça zor. Çünkü insan istatistiki bir veri veya basil bir üretim aracı değil, tarihsel, psikolojik-kültürel boyutlarıyla doğanın en güzel ve en karmaşık varlığı. Bu varlık otoriter “hız” uygulamalarında nasıl bir tahribatla karşılaşmıştır. “İnsani Öz” nasıl yitirilmiştir; bu başka çalışmaların konusu, ancak kısaca şunlar söylenebilir.
Türkiye’de kişi başına düşen ulusal gelir 1980’de 1540 Dolar iken, 1984’de 1000 Doların altına inmiştir. Eğilim harcamalarının 1979’da genel bütçe içindeki payı %11.2 iken, 1985’de %8,8’dir. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın bütçedeki payı aynı dönem içinde %4,2’den, %2,5’e düşmüştür. (Bütçe Gerekçesi 84-85. Maliye Bakanlığı. Ankara. 1984) 1980-83 döneminde psikiyatri kliniklerine başvuranların sayısı %44,69 oranında artış göstermiştir.
24 Temmuz 1984’de Cumhuriyet Gazetesine demeç veren Bakırköy Hastanesi Başhekimi: “Alkolik sayısı 4 kat arttı” demiştir. Veteriner Hekimleri Odası’nın 3.7.1982 tarihli açıklamasına göre, kişi başına et tüketimi 1940’ların altına düşmüştür. Otoriter “hız”la uygulamaya konulan ekonomik modelin bir başka boyutu ise oldukça çarpıcıdır. 1980-1983 boyunca 117 şirkete sahip Koç Holding’in 1980 sabit fiyatlarıyla geliri 163,7 milyardan, 407 milyara, 90 şirketli Sabancı Holding’in geliri 184,8 milyardan, 308 milyara ve 50 şirketli Çukurova Holding’in geliri 88,2 milyardan, 203 milyara yükselmiştir.
Türkiye’nin tüm muhalif direnç noktalarının kırılarak tekelli bir ekonomi ve toplum yapısına sürüklenmesi, 12 Eylül döneminde açıklık kazandı. Bu açıklık, 12 Eylül’e bir hafta kala TÜSİAD’ın yayınladığı rapor okunursa daha iyi anlaşılır. “Özgürlük kutsaldır” diyerek manifestolarını açıklayan TÜSİAD’cılar sanayiden, bankacılığa, armatörlüğe kadar her sektörün güçlü iş adamlarından oluşmaklaydı. Yüz büyük sanayi kuruluşunda TÜSİAD üyelerinin üretim ve istihdamdaki payı %80’i bulmaktadır. 200 büyük sanayi kuruluşu listesinde ise TÜSİAD, kendi üyesi olan Turgut Özal’ı ekonomik bürokraside, “demokratik denge’ ve hukuk devleti anlayışını reddederek, karar merci haline gelirmiş, bu anlamda “12 Eylül” darbesini bütünleyen ve onun işlerlik koşullarını belirleyen bir darbe yapmıştır. 12 Eylül yönetimine TÜSİAD kurucusu Vehbi Koç tarafından verilen “Turgut Özal’ı değiştirmeyin “tavsiyesi” tutulacak, TÜSİAD üyesi Özal 12 Eylül’ün koşullarında tekelci sermayenin programını uygulayacak ve bu arada 1981 yılında TÜSİAD bakanlar kurulu kararı ile “kamu yararına çalışan dernek” statüsüne alınacaktır. TSKK-24 Ocak-12 Eylül üçgeninde Türk-İş’in konumu en az TÜSİAD kadar önemlidir. 12 Eylül darbesini iki gün önce, yani 10 eylül’de haber aldıklarını ve kendilerinden bakan istendiğini belirten Türk-İş Genel Sekreteri ve askeri hükumetten emekli Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sadık Side, olayı şöyle anlatmaktadır: “Büyük tehlikenin eşiğinden kurtaran şerefli Türk ordusu, bu defa ülkeyi yine yangın içinden çekip alabilmiştir. Ama demiştir ki “İslahat adına çok işimiz var ve hükumeti kurmaya mecburuz. Yangını söndürecek bir hükumet olacak, islahat yapacak bir hükumet olacak. Bu hükumete 10 Eylül günü teklif alırız. Bu teklifi icra kurulu bilir; ama kuliste haberimiz yok diyenler olduğunu duyuyorum. Bütün icra kurulu üyeleri böyle bir teklife -şeref, onur kabul ederiz- demişlerdir. Bu görevin alınmasının çok doğru olacağını ittifakla karara bağlamışlardır”
TÜSİAD’ın ekonomik program oluşturup, üyeleri aracılığıyla uygulamaya koyduğu 12 Eylül askeri yönetiminde diğer ortağın Türk-İş üst yönetimi olduğu açıktır. Türk-İş’in, bilgi, destek ve bizzat uygulayıcılığı ile 1980’de 5.721.074 olan sendikalı işçi sayısı, 1985’de 1.711.524’e düştü. İşgücünün değerinin inanılmaz boyutlarda ucuzlatıldığı Türkiye’de, Türk-İş’in ortak sorumluluğu kapsamında 1979’da 8,4 Dolar’a kadar çıkan günlük ücret, 1985’de 2,8 Dolar’a düştü. Bu tarihlerde ortalama saat ücreti 40 sent olan Türk işçisine göre, Amsterdam’da bir işçi 6, Atina’da 3,1, Şikago’da 11,2, Hong Kong’da 3,1 Dolar karşılığında çalışıyordu.
Türk-İş’in askeri yönetimdeki durumunu netleştirmek açısından dış ilişkileri ile ilgili şu asgari bilgiler önemlidir. 1960-1970 yılları arasında ABD hükumetinin organları ve bazı amerikan sendikalarıyla yoğun bir ilişkiye giren Türk-İş’in, Yalnızca AID (Agency For International Development) kanalıyla sağladığı amerikan kaynaklı mali yardımların tutarı, aynı dönemdeki (1960-1970) toplam aidat hasılasına eşittir. (AID kanalıyla sağlanan para, 13.447.614,03 TL, toplam aidat geliri 13.544.926,65 TL) Türk-İş yöneticilerine eğitim vs. adı altında sağlanan Amerika’ya “ziyaret” imkanlarının yanında, Latin Amerika darbelerinin vazgeçilmez kuruluşu AIFLD (Amerikan Institute For Free Labor Development) ve AFL-CIO’ya bağlı AAFLI (Asian-American Free Labor Instutite) ile Türk-İş’in yoğun bir bağlantı içinde oldukları ve bu kuruluşların CIA ile ilişkileri bilinmektedir. 12 Eylül döneminde yukarıda açıklanan ordu-TÜSİAD-Türk-İş koalisyonu, grevleri yasaklamanın, sendikal faaliyeti durdurmanın yanı sıra, anti-sendikal bir düzen oluşturmak için, 1982 Anayasa-sı’nda da bazı hükümler tespit etti. Çalışma hayatı ve anti-sendikal düzenle ilgili konularda TİSK önerileri 1982 Anayasası’na kaynaklık etti. Anayasa Komisyonu’nun hazırladığı çalışma hayatı ile ilgili taslak TİSK Genel Sekreteri ve Anayasa Komisyonu üyesi Rafet İbrahimoğlu tarafından hazırlandı. Ve MGK’nun bir kaç düzeltmesinden sonra kabul edildi. Bu hükümlere göre: hak grevi, siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi, genel grev yasaktır. Ayrıca aynı maddenin 4. fırkasında grevin yasaklanabileceği ve ertelenebileceği öngörülmüş, bu durumlarda Yüksek Hakem Kurulu’nun sorun çözücü olarak devreye gireceği hükmüne yer verilmiş. Yüksek Hakem Kurulu’nun kararlarının da kesin bir toplu sözleşme hükmünde olacağı belirtilmiştir. Anayasanın çerçevesini çizdiği grev hakkı, grev ve lokavtla ilgili kanuna da yansımış, yasada grev hakkı, sadece toplu sözleşme yetkisi olan sendika ile sınırlandırılmıştır. Böylece, sendikasız işçiler ile sendikalı oldukları halde, sendikalara konulan yetki barajını aşamamış işçilere grev hakkı kapalı tutulmuştur. Ölçü olması bakımından aşağıda verilecek rakamlar, işçi sınıfına dayatılan “otoriter” ve “hız”lı sermaye birikiminin sonuçlarını yalın biçimde özetlemektedir. Temmuz 1984’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın istatistiklerine göre, işverenlerce bildirilen işçi sayısı 2.553.384’dür. Sendikaların bildirdiği sendikalı işçi sayısı ise 1.427.271’dir. Daha işin başında 1.126.113 işçi sendikalı olmadığından grev hakkını kullanamamaktadır.
Yine istatistiklere göre, sendika üyesi olup da sendikaları %10 barajını aşamadığı için bu hakkı kullanamayacak işçi sayısı 133.000’dir. Bu sayılara Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 17 Temmuz 1984 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan ve grev yasağı bulunan madencilik, petrol, lastik, milli savunma, sağlık, hava taşımacılığı gibi 17 işkolunda çalışan 556.445 sendikalı, ancak greve çıkması yasak işçiyi de eklersek, sadece 919.000 işçinin, yani sendikalı işçilerin %36’lık bölümünün grev hakkından yararlanmasının mümkün olduğunu görürüz. Ne var ki bu grevler de Bakanlar Kurulu tarafından yasanın 33. Maddesine dayanarak “genel sağlık ve milli güvenlik” nedeniyle 60 gün ertelenebilecektir. Ayrıca yasada bulunan yetki barajı, grev yasakları, grev erteleme kararlarının yan ısıra, toplu sözleşmeye başlanıp, ilk günden uyuşmazlık sağlansa bile, greve çıkmak için gerekli formaliteler yaklaşık 3 ay sürmektedir. Grevin fiilen yasak edildiği Türkiye’de, bu yasaklan yeterli görmeyen TİSK’in 125. Olağan Genel Kurulu’nun Aralık 1983 tarihli raporunda şu görüşlere yer verilmiştir. “Toplu sözleşmelerde takip edilecek ücret politikası, üçlü işbirliği ile sağlanmalıdır. Grevlerin makul süreyi aşması önlenmelidir. Grev süresi 60 gün olarak belirlenip, sonuçta YHK’nca bağlanmalıdır. “Grevi, işçi sınıfının kullandığı demokratik ve ekonomik bir hak olmaktan çıkarma uygulaması 1980’de Demirel hükumeti döneminde başlatıldı. 1963-1980 arasında 9960 gün olan geciktirme süresinin 2940 günü 1980 yılının “sivil hükumeti” döneminde gerçekleştirildi. Ayrıca 1980 yılı işçilerin oldukça canlı direnişlerinin yaşandığı bir yıl oldu. Tariş, Tekel Sigara Fabrikaları, Ant-Birlik, Çu-kobirlik, Yeniçeltik işçi direnişleri, 1980 Eylül ayının ilk haftasında, Adana’da Sabancı Holding’e bağlı işyerlerinde başlayan ve Çukurova’ya yayılma eğilimi gösteren işçi direnişleri, programatik bir netlik ve örgütsel bir nitelik göstermemesine karşın, mülkiyet rejimini tehdit olarak algılanmışlar, 12 Eylül döneminde işçilere ve sol sendikalara yönelen büyük şiddetin gerekçesi yapılmışlardır. Bu arada 12 Eylül döneminde ilginç bir rastlantı işçi çıkarmaları konusunda yaşanmış, işten çıkarmalar konusunda ordu şirketi OYAK-Renault başı çekmiş ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na başvuruda bulunarak 677 personelini Temmuz 1981’de işten çıkarmıştır.
Ordu şirketi Oyak’ın tekelli yapısı ve ekonomik gücü göz önüne alındığında büyük sermaye ve işveren kuruluşlarıyla çıkarlarının ortak olduğu ve bu ortaklığın, ordunun politik görüşlerini de çeşitli kanallardan oluşturduğu bu örnekte de görülmektedir. 12 Eylül öncesi süreçte parlamentonun toplumdaki sosyo-ekonomik çıkar ilişkileri temelinde siyasi bölünmüşlüğü ve sermaye sınıfının iç ayrımları ile tarım kesiminin fraksiyonel ayrımları ve bunların çelişkileri sermayenin politik irade krizi yaşamasına neden oluyordu. Bu kapsam içinde askeri yönetimin politik görüşleri büyük işveren kuruluşlarının görüşleri ile paralellik göstermektedir. Rahmi Koç’un yukarıda aktardığımız açıklamaları ile II. Ordu’nun Org. Bedrettin Demirel’in sorumluluğunda hazırlayarak MGK’na sunduğu öneriler birlikte okunduğunda ortaya anlamlı bir bütünlük çıkmaktadır. II. Ordu önerilerinin 7. Maddesine göre: “12 Eylül’den sonra sağlanan huzur ve sükun dönemi, sıkıyönetim kanunu ve anarşiye karşı yapılan açık mücadelenin yanı sıra, hatta daha çoğu ile terör ve anarşinin kaynaklandığı TBMM’nin, siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin kapatılması sayesinde kazanılmıştır.”
Parlamentoyu terör kaynağı olarak gösteren bu otoriter anlayış, işçilere yönelik uygulamaları çerçevesinde 1979 verilerine göre 186.000 iş kazasının meydana geldiği ve bu kazalarda toplam 1448 işçinin öldüğü Türkiye’de, 10 Eylül 1981/20 sayılı Çalışma Bakanlığı genelgesi ile işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda şu kararları dikte ediyordu: “İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği teftişi yapmakla görevli müfettişler, teftişler sırasında işyerlerinde iş güvenliği müşaviri gibi hareket edecekler, işveren ve işçileri işçi sağlığı ve güvenliği şuurunun yerleştirilmesine ve gerekli tedbirlerin aldırılmasına yardımcı olacaklar, mevzuatta yer alan müeyyidelerin tatbikini en son kullanma durumunda bulunacaklar. Diğer bir ifadeyle işçi sağlığı ve güvenliği açısından yaptırılması istenen hususların cezai müeyyidelerini tatbik etmekten çok, bu konuda zaman içinde eğitim yoluyla ikna ve inandırma metodunu tercih ederek, istenilen sonuca daha kolaylıkla erişebileceği açık olduğundan bu husus dikkatten uzak tutulmayacaktır.”
Bu genelgenin yürürlüğe girdiği tarihte henüz işleme konulmamış teftiş raporları ilgili Bölge Çalışma Müdürlükleri’nce herhangi bir işlem yapılmadan dosyasında saklanacaktır.” Bu kararların “işçi sağlığı ve iş güvenliği”ni yasak ettiği ve denetimi ortadan kaldırdığı açıktır. Bu arada işçi sınıfının her tür örgütlenmesini yasaklayan devlet görece özerklik veya tarafsızlık konusunda en küçük bir kaygı taşımamaktadır. Bu destek temelinde hiçbir yasal dayanağa sahip olmayan Hür Teşebbüs Konseyi (TÜSİAD, TİSK, TOBB, Ziraat Odaları Birliği, Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu) 1977-1979 yılları arasında oldukça etkin bir “cephe” oluşturup siyasi ve ekonomik konularda belirleyici politikalar üretip, siyasi kararların oluşumuna katılırken, 1978-1979 yıllarında DİSK öncülüğünde bir araya gelen meslek kuruluşları ve derneklerin demokratik platform adı altında Başbakan’a mektup göndererek görüşlerini açıklamaları DİSK davasında önemli suçlamalara neden olabilmiştir. 1982 Anayasasının 52. md.’sinde bu konuyla ilgili yasak da hüküm altına alınmış ve sendikaların derneklerle, kamu kuruluşu niteliğindeki mesleki kuruluşlarla ve vakıflarla ortak hareket etmesi önlenmiştir. Ancak, Hür Teşebbüs Konseyi Türkiye’nin “yazısız” hukukuna göre bu yasağın dışındadır. Zira Konsey, 1986 yılından itibaren faaliyetlerini yoğunlaştırmış, demokrasi, gelir dağılımı, Avrupa ile siyasi ilişkiler konularında devlet politikasını belirleyen açıklamalarda bulunmuştur. Bugün Türkiye’nin politik, ekonomik, toplumsal ortamı örgütlülüğünü büyük imkanlarla geliştiren ve siyasi iradesini kabul ettiren tekelci sermayenin lehine işlemektedir. Bu işleyişin güvencelerini toplumsal yaşamın her zerresine inanılmaz boyutta şiddet yükleyerek sağlayan askeri yönetim, tekelci sermayenin Türkiye’yi tümüyle fethetmesinde dönüm noktası olmuştur.
Bir iktisat çalışması yapmadığımız için oldukça genel verilerle yetinmek durumundayız. Ancak, 12 Eylül ‘le yoğunlaşan sermayenin merkezileşmesi olgusu Türkiye’nin tüm ekonomik zenginliklerinin birkaç büyük firmada yoğunlaşmasını getirmiştir. Bu yoğunlaşmanın araçları konusunda bir kaynaktan şu bilgileri aktarmak yararlı olacaktır: “Sermayenin kendi içindeki yeniden yapılanmasının dış boyutu yabancı sermaye ve dış kredi kurumlarıyla girilen köklü ilişki içinde somutlaşmakta, iç boyutu ise hem sanayi sermayesi içinde, hem de bu kesimin üretken sektöre geri dönmeyen faiz, ticari kar, ve ranta el koyan sınıflarla ilişkilerinde yaşanmaktadır. Sanayi sermayesi içindeki yeniden yapılanmada yeni koşullara uyamayanlar tasfiye olmakta, küçükler büyüklerce yutulmakta, sermaye daha çok merkezileşmekte, böylece tekelleşme hızlanmaktadır.” Bu tekelleşme sürecine tam bir “ihracat saplantısı” eşlik etmekte olup ihracatı arttırmak için 1980’li yıllar boyunca çalışan sınıflardan alınan vergiler eğitim, sağlık, konut gibi toplumsal harcamalara ayrılmamış, büyük sermayenin tercihleri doğrultusunda bu kesime sübvansiyon ve kredi olarak verilmiştir. İhracatın artması için pek çok mal iç pazarda pahalı, dış pazarlarda ucuza satılmış, aradaki fark devlet tarafından karşılanmıştır. Kamu maliyecisi İzzettin Önder bu sürecin emperyalizmle ilişkisini ve iktidar boyutunu adeta bir çığlık biçiminde sormaktadır. “Emperyalizm 1980’lerde ki krizini sömürgecilikle, fiili işgallerle çözmeye çalıştı… Devlet kimin ajanlığını yaptı? Yanıt çok açık: dış ülkelerin. Sorulacak hesap şudur: Bizden kan alındı. İşçi, memur, devlet, tarım eridi. Ekonomi bir üretim ekonomisinden bir tür faiz ekonomisine dönüştü. Bütün bunları bir yandan dış ekonomileri, diğer yandan içerideki bazı insanları finanse etmek için yaptık. Peki o zaman bu iktidar kimin iktidarı? (2000’e doğru dergisi, sayı: 25, 18 Ağustos 1991, sayfa: 28)
Prof. Önder’e göre “Türkiye’de tarım çökmüş durumda. Çünkü ciddi bir kaynak transferi yapıldı. Bu kaynak transferi faiz, rant, kâr elde eden sektörlere yapıldı. Şöyle ki: 80’i baz alırsak başlangıç yılı olarak, tarımın gayrı milli hasıladaki payı %24 dolayındayken 89’da %15’lere düşmüş. Ücretler de geriletildi. %26’lardan başlamış, 89’da %15. Şu anda toplu sözleşmelerle biraz yükseldiyse de %15-16 dolayında. Şimdi faiz, kâr, ranta baktığımızda, 80’de %50’terdeyken, %70’e çıktı. Bir hesap yaptığımızda şu 10 yıl içinde 100 milyon Dolar kadar faiz, kâr, rant dışarıya transfer edilmiş” Bu muazzam kaynak transferi IMF tarafından dayatılan özü itibarıyla siyasi-ideolojik görüntüsü itibarıyla teknokratik öneriler doğrultusunda gerçekleştirildi. Bu öneriler ekonominin düzenlenmesi ile ilgili yönlerinden ziyade derin iç ve dış siyasi boyutlar içermektedir. IMF’de simgelenen uluslararası sermayenin Türkiye politikası sosyo-ekonomik alanda tekelci kapitalist birikimin güvence mekanizmalarını askeri rejimle kurmanın yanında alternatif gelişme yollarını tıkayacak “seçmeli caydırıcılık doktrini” türünden tamamlayıcı mekanizmalarla da geliştirilmiştir. Bu politikaların süreklilik kazanması, ücretli emeğin klasik mücadele araçlarının baskı altında tutulmasıyla mümkündür. Bu bilincin ifadesi olarak ABD eski dışişleri bakanı Aleksandr Haig’in tanımıyla Türkiye’deki “yetkeci demokrasi” 1982 Anayasası ile sendikaların denetlenmesi görevini Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Devlet Denetleme Kurulu’na verdi.
TİSK Genel Başkanı Halit Narin’de, “Sendikaların devlete karşı bağımsızlığı savunulamaz.” diyerek devlet içinde gerçekleştirilen iç “darbe” neticesinde, devletin görece özerkliği biçiminde nitelenmesi belki bir tanım zorlamasıyla yapılabilecek olan tutuma son verildiğini ve devletin kimin yanında bulunduğunu tescil etmiştir. Ancak, bu ‘tescilden’ önce Celal Bayar’ın Atatürk Metodolojisi adlı yazısında ortaya koyduğu düşünceler Türkiye’de ‘demokrat’ görünümlü devlet politikacılarının temsili kaynaklarını göstermesi bakımından ilginçtir. Bayar’a göre “devletin, hükümet gibi yürütme organı, adalet cihazı gibi yargı organları varken, işçi-işveren dediğimiz insanların örgüt halinde, kendi aralarında kıyasıya hesaplaşmasını kabul etmesi aslında, devlete vücud veren ana fikirlere ters düşer. Çünkü grev yasal zorbalıklan başka bir şey değildir.” Ayrıca “emek piyasasının denetleme dışında kalmış” olmasından yakınan Bayar, emeğin “Maliyetin en önemli unsurlarının başında” geldiğini, yüksek ücretin “dış mallarla rekabeti zorlaştırabileceğini” yazmıştır. Grevi yasal bir zorbalık olarak yorumlayan bu “demokrat” tutumu TİSK’in anayasa önerilerinden birinin ışığında tamamlayarak bu bölümü bitirelim. TİSK’e göre “gazete, dergi, kitap ve broşürlerin anayasanın temel ilke ve çerçeyesine uygun olması kayıt ve şartı anayasaya eklenmelidir.” Yayınların uygun olacağı anayasanın temel ilkeleri ve çerçevesi ise şöyle belirleniyordu: “Bu anayasanın komünizme, sosyalizme, faşizme ve teokratik devlet biçimine, yahut her çeşit aşırı akımlara kapalı olacağı açıkça yazılmalıdır.”