Arka Bahçemiz

Şimdi Babanız Ölmüştür Belki

Ellerimizde kalan son silahlarımızla savaşmalıyız  yine de. Yeni bir dünya için… Aşkla ve tutkuyla… İnadına…

10341555_844391965589033_4207212989733159746_n

Sevgi bir uzunluk ölçüsü birimidir aslında, her ilişkiyi onunla ölçtüğümüz. Ve aşksa bir ağırlık birimidir, kimin dünyada ne kadar ağırlığı olduğunu gösteren. Hayat denilen şeyse aslında tam da bu ikisiyle değerlenen ve bu ikisiyle anlam kazanan “kısa bir hikâyedir” hepsi bu.

Evet. Hayat aslında doğadaki basit bir sapmadır o kadar. Derin ve büyük anlamlarla taçlandırmaya çalıştığımız hayatlarımız sıradandır ve basittir. David Hume insanlığın o muazzam yalnızlığını ve basitliğini tek cümleyle özetleyivermişti yüzyıllar önce: “Doğa karşısında insan hayatının okyanusun dibindeki istiridyeden farkı yoktur”. Hayat bu kadar sıradanken ona değer biçen, anlamlandırmaya çalışan, yoksun ve yokluk içindeki bu “saçmalığa” kimlik kazandıran tek şeyse ölüyor olmaktan korkmaktan başka bir şey değildir.

Kendimizi büyük cenderelerin, yıkılmış medeniyetlerin, çökmüş insanlığın, her gün biraz daha bitmekte olduğunu hissettiren yaşam denilen şu hikâyenin ortasında kandırarak ilerliyoruz. Bir yazımda söylemiştim yanılmıyorsam “İnsan en iyi ve en çok kendini kandırıyor” diye. Yine de bu hayatın köhneliği karşısında kendini kandıranlara kızamıyorum ben. Çünkü kendini kandırmak kadar insanı rahatlatan başka bir şey de yok şu hayatta. Başkasının yalanlarını sevmiyoruz ama kendi yalanlarımızla ayaktayız. Başkası yalan söylediğinde belki onu hayatımızdan çıkarıyoruz ama kendi yalanlarımıza neredeyse tapıyoruz. Çünkü bu saçma ve acımasız dünyaya katlanabilmenin en kestirme yoludur kendi yalanlarını üretmek ve onlara inanmak.

Dünya sadece kötülük değil onun türlü hallerini de her gün biraz daha artırarak, her gün biraz daha yaldızlarla süsleyerek üretip koyuyor önümüze. Görüyorum. İnsanlar en çıplak halleriyle bile yalan söylüyorlar. Yatakta, sevişirken, bir manzarayı birlikte seyrederken yalan söylüyorlar. Biralarını yudumlarken yalan söylüyorlar. Yalan söylüyorlar çünkü onlara anlatılan en büyüğünden en küçüğüne bütün hikâyeler de yalan üzerine kurulu. Yalan söylüyorlar çünkü uluslarının tarihinden mitlerine kadar her şey yalan üzerinde doğrultuyor kendini. Yalan söylüyorlar çünkü bu acımasızlık içinde gerçekleri görerek ve söyleyerek ayakta kalabilecek insanlar yalnızca delilerdir. O nedenle diyorum ki delilik bir tercihtir.

Dünyada saf kötülük hiç bu kadar uzun hüküm sürmemişti. Kapitalizmin en büyük zararı saf kötülüğü açığa çıkarmasıydı. Kapitalizm bunu modernizmin ve aydınlanma aklının yardımıyla yaptı. Yalnızca kötülük yapmak için yapılan kötülüklerden söz ediyorum yani. Sadece zarar vermek için yapılanlardan. Hayat insanların karşısına işte böyle çıkıyor. Kötülüğün iki hali vardır. Başınıza gelen kimi kötülüklere rahatlıkla anlam verir onu kavrayabilirsiniz. Böyle kötülükler karşısında aklınız felce uğramaz. Bir dişi aslanın bir ceylanı yakalayıp yemesi gibi doğal gelebilir bu. Kanarsınız, ağlarsınız ama anlarsınız. Anlamak, yani Nâzım’ın dediği gibi, o büyük bahtiyarlıkla kovarsınız kötülüğü yüreğinizden. Hayat sizi bunlarla büyütür biraz da. Kötülüğü görmek ve anlamaktır büyümek.

Kimi zamansa başınıza gelen her neyse neden sizin başınıza geldiğini sorgularsınız ve anlayamazsınız. Ne aklınız ne de yüreğiniz kabul etmez başınıza geleni. Örneğin bir akşamüstü siz onu karşılamak için sabırsızlıkla beklerken ölüm haberi geliverir babanızın. Yaşınız kaç olursa olsun ağlarsınız. Oysa daha dün işiniz çoktur ve o aradığında bakmamışsınızdır belki de telefonunuza. Şimdi babanız ölmüştür. Ve mesela o öldüğünde çocuksunuzdur. Yani gözyaşlarından başka sığınacağınız hiçbir şey yoktur. O yaşlarda o gözyaşları size yardım edecektir belki. Ama büyüdükçe onları da çoğu zaman anlamsızlaştırır hayat. İnsan soyunun ürettiği en güzel şey olan hüzün bile zayıflık olup çıkar bu dünyanın kirli ellerinde. “Sonra bir gün anneler de ölür/ Böcekler ve kertenkeleler ölür/ Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca/ Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür/ Sonra o gün çocuklar da ölür/ Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk/ Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk…” demişti arkadaş ve bu hayat onu da öldürür.

En büyük yıkıntılar ve en derin yaralar en güçlü görünüşlerin arkasında saklanır hep. Güçlü görünmek zorunda kalanların medeniyetindeyiz artık. Zayıflığa yer olmayan, zayıflıklarımızın insanlığımızın en doğal parçaları olduğunu unutturan bir medeniyet bu. Ve ben her kimi görsem, bu fırtınanın ardından ayakta kalmış, ya yaralarına değiyor ya da ardında bıraktığı yıkıntıları görüyor gözlerim. İnsanların yaraları sözlerinden çok artık.

İşte böyle bir dünyada bu fırtınalar içinde ayakta kalıp haykırıyoruz! Hayat saf kötülüğüyle geliyor üzerimize. Saçma olsa da yaşanacak diyoruz onurluca. Ve ben tam da böyle bir dünyada Marx’ı neden sevdiğimi hatırlıyorum onun sözleriyle yeniden: “İçinde bulunduğum mutlak umutsuzluk bana umut veriyor”. Biz de ellerimizde kalan son silahlarımızla savaşıyoruz yine de. Yeni bir dünya için… Aşkla ve tutkuyla… İnadına…

Ali Murat İrat

Dünyalılar

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu