Belki de hiç kurtulmamalıydı o madenden. Belki de o zaten yaşayan bir ölüydü…
Annesi babası Özer gibi bir isim koyabilmiş Özer’e. Oysa Özer, Mustafa veya Mevlüt olabilirdi ama Özer işte. Karacabey’e bağlı bir köyde, hayatının on iki yılını teneke kaynağı yaparak geçiren ve okuma yazma bilmeyen 1987 doğumlu bir Özer var. Özer yarım akıllı filan değil. Belki biraz fazla dayak yemiş. Boynu hep bükük. Yüzü hep hüzünlü. Var olduğu için herkesten özür diler gibi bir hal içinde.
Yakışıklı, uzun boylu bir çocuk. Atlas Pasajı’ndaki pırtıcılardan on liraya bir pantolon, sekiz liraya bir kazak, yirmi liraya bir mont alsan; Özer toplam otuz sekiz liraya Özer’e dönebilir.
Babası, beş yaşındayken ölmüş. Annesi onu ve kundaktaki kız kardeşini bırakıp kaçmış. Akrabaları olmadığı için yoksul komşularının yanında büyümüş. İlkokul birinci sınıfta öğretmeni “bu çocuk gerizekalı” deyince komşuları üzerlerinden büyük bir sorumluluk kalkmış gibi sevinmiş ve Özer’i dağ köylerine çobanlığa yollamışlar.
Birkaç yıl sonra bir teneke atölyesine girmiş. Askere gidene dek orada çalışmış, orada yatmış, orada kalkmış. Komşularının yanında kalan kız kardeşi Nermin de, kendi gibi kimsesiz bir oğlanla on beş yaşında evlendirilmiş.
Eniştesi beş yüz lira maaşla Kemalpaşa’daki maden ocağında çalışıyor. Hani şu çöken ocakta. Enişte dediğin on dokuz yaşında. Biraz da çalımlı bir oğlan. Omuzları, Özer’inki gibi çökük değil. “Ben on dokuz yaşındayım bir ailem, bir işim var, sen yirmi üç yaşındasın bir baltaya sap olamadın.” der gibi.
Bir de bebekleri var; Elif.
Özer askerden dönüşte ilk gece kız kardeşinin evine gidiyor. Yemeğe oturuyorlar. Enişte hiçbir şey yemiyor. Demek istiyor ki, “Benim hakkımı sen yiyorsun.” Özer kardeşine ayıp olmasın diye bir dilim ekmeği utana utana yiyor. Sabah ilk ışıkla da evi terk ediyor.
Kimse Özer’e bir iş vermiyor. Zaten iş filan da yok. Traktör ehliyeti için bile beş yıllık ilkokul diploması gerekli. Her kapının önünde yüz kişi sırada beklerken, Özer’e sıra hiç gelmiyor.
Sonra bir dozer parkında bir baraka gösteriyorlar ona. Geceleri burada kal. Çingeneler gelip kepçeleri çalmaya kalkıyorlar. Seni görünce hiç uğraşmazlar. Para yok, yemek yok; sadece yatacak bir yer yatağı ve naylon kapılı bir baraka var.
Özer yine de seviniyor. Gündüzleri civarda hamallık işleri kovalıyor. Güçlü kuvvetli olduğu için yemek yiyecek kadar para bulabiliyor. Ama hiç bulamadığı da oluyor. İki gün yemek yemeyince, ilerdeki benzin istasyonuna gidiyor. Kovalıyorlar Özer’i. İstasyonun sahibi yanındakilere “Alıştırmayın bunları buraya” diye bağırıyor.
Bir gün nasılsa, eniştesinin çalıştığı maden ocağının çöktüğünü haber alıyor. Çok korkuyor. Ne yapmalı? Yürümeye başlıyor. Tarla yollarından kırk kilometre yürüyüp ocağa geliyor.
Eniştesine bir şey olmamış. Birbirlerine sarılıyorlar. Kurtarma çalışmalarına yardımcı oluyorlar. Ölenlerin aileleriyle birlikte ağlıyorlar. Ne yapacaklarını bilemeyip saatlerce dua ediyorlar.
Gece olunca enişte “Eve gelsene,” diyor. “Elif`i seversin, Nermin de özlemiştir seni.”
Özer “İşim var,” diyor. Sabah ayazında boş tarlalarda yürürken “işim var” sözünü hatırlayıp gülüyor.
Bir fabrikada geçici bir hafriyat kaldırma işi varmış. Orada var gücüyle çalışıyor. İlk hafta para vermiyorlar. İkinci hafta Özer’e yüz altmış beş lira veriyorlar.
Kız kardeşinin evinin yolunu tutuyor. Bir marketten kocaman bir tavuk alıyor, pirinç alıyor, beş kiloluk bir teneke çiçek yağı alıp bu sırada tenekenin tabanındaki kaynakları inceliyor. Çinçincilerin önünden geçerken oyuncak bir ayı görüyor, onu da alıyor.
Kız kardeşinin kapısını çalıyor. Eve buyur ediyorlar. O akşam evde Özer, kız kardeşi ve eniştesi hep birlikte yemek yiyorlar. Enişte bu kez nobranlık yapmıyor. Elif bebeğin de keyfi yerinde. Dayısının aldığı oyuncağı pek anlamıyor ama ha bire gülüyor. Bir ara uzun uzun Elif’le oynayıp hep birlikte gülüyorlar.
Enişte işten atılmış. Maden ocağının sahibi, tazminat ödeyeceği için işçileri çıkartmış. Ölenlerin ailelerine on beş bin lira verileceği haberi gelmiş. Enişte diyor ki, her ay kenara elli lira ayırabilsem yirmi yılda on beş bin lira biriktirebilirdik. Yani Elif elif yaşındayken. Karısının kucağındaki kızına bakıyor. Bir süre üçü de on beş bin lirayı kaç yılda biriktireceklerini hesaplamaya çalışıyor. “Elli çarpı on iki, altı yüz. On yılda altı milyar eder”… Böyle şeyler düşünüyorlar.
Nermin kocasına destek olmak için; “Olsun işte, senin askerlik de vardı zaten” diyor. Özer de “Çök şükür ki, yaşıyorsun” diyor. Aslında demiyor da, demek istiyor. Enişte ayağa kalkıyor. Çalımlı omuzları çökmüş. Göçükten kurtulduğu için herkesten özür diler gibi bir hal içinde.
Karısının yanına oturup, kucağındaki bebeği seviyor.
Özer kafasını kameraya çevirip dik dik bakmaya başlıyor. Gözlerini kırpmasını bekliyoruz, hiç kırpmıyor. Kameranın motor sesinden başka hiçbir ses yok. Yönetmen elini yavaşça kaldırıp bitirme komutu vermeye hazırlanıyor.
Elif Bebek, ilk yeni yılına işte böyle giriyor.
Ateş İlyas Başsoy
http://www.ilyasbassoy.com/