“Sineklerin tanrısı” bir tür distopya sayılabilir. İnsanın aklı ve arzularıyla nasıl bir ikilik taşıdığını ve bu ikiliğin bir tarafının korkularla diğer tarafın ise umutla nasıl beslendiğini gösteren eşsiz bir roman.
Bir adada başlamadı elbet her şey. Bugün dünün gölgesinde… Üçüncü Dünya Savaşı’ndan kaçarken uçakları bir saldırı sonrasında ıssız bir adaya düşen Britanyalı gençlerin hikayesi bu kitap. Savaşlarla şekillenen geçmiş yaşantıları, korkuyu egemen kıldı ve onları başka kirli iktidarlara teslim etti. Dün, korunmaya ihtiyaçları vardı ve o ihtiyaç bugün de sürekli hale geldi. Faşizmden kaçarken kendi faşizmlerini ıssız bir adada yarattılar.
Kaza sonucu bir araya gelmiş çocuklardan oluşan topluluk, bir topluma dönüşmeye çalıştı. İlk başlarda aklı nasıl egemen kılacaklarını ve en büyük ihtiyaçlarının düzen olduğunu anlayabiliyorlardı. Tüm çocuk hallerine rağmen bir yetişkin gibi davranmaya çalışırlar. Farklı yaşlarda ve farklı özelliklerdeki çocuklar adadan kurtarılma hedefinde uzlaştılar ve seçim, işbölümü derken adadaki yaşamlarını demokratik şekilde kurgulayabildiler. Kurtarılma günü gelene kadar hem eğlenip hem de kendi kendilerine yetebileceklerdi.
Lider olma yeterliliğine sahip iki karakter Jack ve Ralph birbirine karşıt ikiliğin somut örnekleriydiler. Karizmatik bir lider özelliği gösteren güçlü Jack’in, grubun lideri olamaması her şeyi mahveden bir kinin ilk ayak sesleri olur. İşbölümündeki yerini avcılık olarak seçen Jack, gücünü kanıtlamanın ve saldırganlık içgüdülerini bastırmanın bir yolunu bulmuştur. Av töreninin bir eğlenceye dönüşmesi, av sonrası yapılan et partileri, sorumluluklarla boğulan çocuklar için oldukça cezbedici olur.
Küçük çocukların belirsizlikler karşısında yarattığı canavar düşü, adaya düşen bir paraşütçünün rüzgarla hareket eden ölü bedeniyle giderek somutlaşır. Canavar efsanesi korkuları artırdıkça saldırganlık artar. Av dolayısıyla öldürmek güçlerini kanıtlamanın ve korkularını yenmenin de bir yolu haline gelir. Av törenleri ritüele dönüşürken çocuklar kurtarılmak için yapmaları gereken sorumluluklardan giderek uzaklaşırlar. İşaret niteliğindeki sürekli ateş yakma kuralı bırakılır. Ateş et pişirmek için kullanılır. Öldürmek oyun haline geldikçe çocuklar vahşileşir ve taktıkları maskelerle kimliklerinden sıyrılmaları da kolaylaşır. Grup halinde olmak ve maskeler ortada suçlu bırakmaz. Jack’in iktidarı, küçük çocuklara uygulanan nedensiz şiddetle pekişir. Diğerleri ise yaşanan tüm bu acımasızlığa duyarsızlaşır. Bu duyarsızlık hali akla, artan vahşilikten kendilerini nasıl koruyacaklarını düşündürtür.
Çocukların karşısında iki lider vardır; canavarla savaşmayı öngören Jack ve canavarın olmadığını söyleyen ama kanıtlayamayan Ralph. Demokrasi iyidir ama demokrasiye inisiyatif alma ve eyleme geçme yetileri kazandırılmadığında insani olan her tepki ile demokrasinin başa çıkamadığını bu kitapta bir kez daha görmekteyiz. Adanın demokrat ve kısmen iyi lideri Ralph; çocukların korkuları karşısında giderek güç kaybeder. Kurtarılmaya dair umudu canlı tutamaz. Adadaki güçler çatışması sürekli artan bir ayrışmayı beraberinde getirir. Ayrışma, adadaki tek canavarın aslında kendileri olduğunu fark eden iyi çocuk Simon’un öldürülmesine, Ralph ve sağduyulu arkadaşı Domuzcuk yalnız kalana dek sürer. Uzlaşmadan yana olan Domuzcuk feci şekilde öldürülür. Ralph yalnız kalır ve kendileri içinde yaşam kaynağı olan ormanı da yakma pahasına ölümcül bir kovalama başlar. Kin, yıkımı büyütür. Ralph tüm umutlarını kaybettiği bir anda kendilerini kurtarmak için gelen komutanın önüne düşer. Korkuyla kaçan Ralph’i ve maskeleriyle kovalayan kin içindeki çocukları gördüğünde komutan şöyle der: “Hepiniz Britanyalısınız, değil mi? Sanırdım ki bundan daha iyi idare edebilirdi durumu… yani demek istiyorum ki…”
“İlkin öyleydi” dedi Ralph “sonra her şey…”
Jack’in güç tutkusu ve onun iktidarını güçlendiren canavar efsanesi… Kurtarılmanın gecikmesi ile yaşanan belirsizlik hali, başa çıkılamayan sorumluluklar, canavar korkusu ve içgüdüsel istekler tüm bunlar karşısında çocuklar, korkulardan kaçma ve başka birine ya da gruba sığınmayı istediler. Her şey akılcı başlar ama sonradan sadece bahaneler akılcılaşır. Bu sona inanması zor olsa da durum böyle… Çocuk bile olsalar ölçüsüz canavarlaşabildiler. Geride bıraktıkları eşsiz (!) uygarlıklarıyla bu çocuklar, kısa sürede faşizmi ıssız adada inşa ettiler. “Atom bombası çocukları” cennet olan adayı cehenneme çevirdiler.
Bu romanda özellikle çocukların varlığı, farklı bir anlamı da içiriyor bana kalırsa. Çocukluk kendiliğindenliğin daha baskın olduğu yıllar ve kendiliğindenlik doğa ve aklı birleştiren bir özellik. Bu nedenle kendiliğindenlik; yaratıcı bir etkinliğin yeter koşulu. Ama savaştan kaçan bu çocuklar adaya gelmeden önce de bu özelliği yitirmiş ve soyutlanmışlardı. Özgür olmayan çocuklar için iki seçenek vardı: boyun eğdirmek ya da boyun eğmek. Kaygılı ve güçsüz halleriyle çoğu boyun eğmeyi tercih ettiler.
Bugün artık biliyoruz ki; Hitler şans eseri ya da tamamen hileyle gelmedi ve yaşanan kötülükler geçici bir çılgınlık halinin sonucu da değildi. Ve bu durum Almanlara özgü sayılmaz. Tüm sistemler için en büyük sorun her zaman eleştirmeden, bağımlılık geliştirdiğimiz karizmatik lidere bağlanma sorunu. Korkularımızla yok ettiğimiz benliğimiz özgürlüğünü yitirir. Ve kendine sığınacak ve kendiyle özdeşleştireceği bir kale arayışına girer.
Sorunu bireysel anlamak elbet yanlış anlamaktır. Kapitalizm, sosyal ve ekonomik sorunlarla bizi hep yaşamın kıyısında ve kaygıyla bırakır. Ve soyutlanmış, kaygılı, güçsüz bireylerin önüne çok süslü liderler çıkarmayı bilir. Sonuç olarak; Faşizm, kapitalizmin yaramaz çocuğudur.
Korkular egemen olduğunda aklın nasıl kırılgan olabileceğini gösteren iyi bir örnek roman. Bu anlamda çok kıymetli. Bu alegorik hikaye korkularımız adına feda ettiğimiz aklımıza gelsin. Bizler ne çocuğuz(!) ne de kaybolduk(!). Korkularımızla yüzleşmeli, özgürlüğümüze sahip çıkmalıyız.
Hediye Çınar Ekinci
Dünyalılar