İki resim gazetelerde, ekranlarda ve zihinlerde yan yana düşüyor bugünlerde: İlki, bir gökdelen, şehrin göğünü ve şehirde yaşayanların ufkunu işgal edip parıldayan bir satır, saldırıya hazır bir pala gibi yararak yukarılara uzanmış; ikincisi, yerin kilometrelerce altında karanlık bir dehliz.
Bakmayın bu ikincisine “galeri” dediklerine; saklı aydınlatmaların ışıttığı, tertemiz duvarlarında sanat eserleri sergilenen galerilerle hiçbir alakası yok; yoksulluk, yoksunluk ve zorunluluklar dışında sergilenen bir şey de yok zaten orada. Soma’daki işçi katliamı yaşanmasaydı kolay kolay yan yana düşmeyecek iki resimdi bunlar belki de. “Pazarın ve ürünün çeşitlenmesi” dedikleri bu olsa gerek. Sermayesi olanlar yeryüzünün altında ve üstünde paraya çevrilebilen her şeyi alıp satma hakkına sahipler. Ne var ki alıp sattıkları salt yerin altındaki madenler ile ufkumuz, göğümüz değil; insan canı da “maliyet girdileri”ne dâhil. Ruhi Su’nun “İnsan ve Emek” şiirinde söylediği gibi, “Ama benim memleketimde bugün/ İnsan kanı sudan ucuz.”
İnsanın canı ve kanı, yani bedeni –ederi neyse ödenerek– sermaye sahipleri tarafından satın alınır. Kitaplarda buna “işgücü” dense de, günümüzde satın aldıkları insanların mesai saatlerindeki emekleri ve işgücü değil sadece.
Gün geçtikçe hak ve güvencelerini daha çok yitiren emekçilerin hayatta kalabilmek için vermeleri, satmaları gerekenler artıyor. Bir maden işçisi televizyonda anlatıyordu; emredildiğinde siyasi parti mitingine gidip kalabalık ve coşkulu bir görüntü sunmaları da gerekiyor, hatta bir iddiaya göre oy vermeleri de. İtiraz etmeleri, haklarından söz etmeleri, giderek hak diye bir şey olduğunu hatırlatmalarıysa yasak; hemen o anda çıkışları verilebilir çünkü. Aynı gün şunu da okuduk: Zonguldak’ta her gün ölümle burun buruna çalışan madenciler Soma’da ölen işçileri anmak için iş bıraktıklarında iki günlük yevmiyeleri kesildi. Sendikalı, sigortalı işçilerin bile güvenceleri azalırken, bir de açık ve gizli taşeron sistemi var – bu sistem iyiden iyiye güvenceden yoksun kılıyor çalışanları. Kamuda ya da özel sektörde işverenlerin doğrudan istihdam edebileceği işçileri taşeronlar üzerinden temin etmeyi seçmesinin esaslı bir nedeni de, güvencesiz işçiden daha “düşük maliyet”le daha çok “fayda” temin edebilmeleri. Güvencesiz işçinin bedeni, boş zamanı, her şeyi onların emrinde – bu gibi uygulamalara imkân veren yasaları hazırlayanların kurucu ve koruyucu “katkı”larıyla elbette.
Emekçiliğin fıtratında mı var bu, bilmiyorum, ama benzer şeyler o göğü yarıp ufkumuzu daraltan binalarda çalışanlar için de geçerli. Geçenlerde işten çıkarılan bir arkadaşım, sosyal medyadaki kişisel hesabında çalıştığı şirketin reklamını yapmadığı için işvereni tarafından eleştirildiğinden söz etmişti. Şunu söylemeye çalışmıştı patronu: “Biz seni her şeyinle satın aldık; boş zamanın, çalışırken yaşadığın sıkıntılardan kurtulmak için eşinle dostunla muhabbet ettiğin saatler ve mecralar da dâhil buna.” Aldığı maaş hepsi içindi. Onur, ruh, özsaygı, siyasi duruş, söz, ses, ne derseniz deyin; bedenin mütemmim cüzü olan her şey çoktan dâhil edildi işçi ücretlerine.
Bu iki resim, göğü, dibi ve bilcümle canlı yerleşikleriyle yeryüzünün bir bütün olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize. Her koşulda daha fazla kâra odaklanmış sermaye sınıfı, yerle göğün yanı sıra, bu göğün altında, bu arzın üstünde sevinçli şeyler yaşamak, altı, üstü ve bütün yerleşikleriyle yeryüzünü koruyup kollamak, gezegenle bir olmak isteyen insanların bedenlerini ve ruhlarını artıdeğer kaynağı olarak gördükçe yeryüzünün bütününü yoldaş kıldığının farkında değil.
Yeryüzünün altı ve üstü kendini korumanın yollarını arıyor. Dibini deşiyor, canların yitirilmesi pahasına fosil yakıtlar çıkarıp yakıyoruz, yerküre ısındıkça gökten son bilmem kaç yıldır görülmemiş yağmurlar iniyor, seller, tufanlar oluyor. Yerküre çırpınıyor, uyarıyor – belki de yol gösteriyor. Yeryüzünün altında ve üstünde canlarını, ruhlarını, yaşama sevinci ve onurlarını yitirme pahasına çalışanlara birlikte hareket etmelerini, işbirliği ve dayanışma içerisinde olmalarını öğütlüyor. Birbirimizden o kadar uzak olmadığımızı, aynı “kader”in mahkûmları, aynı maliyet cetvellerinde sayılara dönüştüğümüzü hatırlatıyor. Yerin altındakilerin ölüme daha yakın, daha zor koşullarda ekmeklerini kazandıklarını akılda tutmak kaydıyla, bu iki resmi birbirinden büsbütün ayıramayacağımız gibi, bu cetvelleri de renklerine, içerdiği sayılara göre sınıflandırmak pek mümkün değil artık.
Yeryüzünün çırpınışla uyanışın iç içe geçmiş hali bir soruya daha yanıt olabilir; Soma’daki gibi büyük acılar yaşanırken okumayı ve yazmayı iş edinenlerin çaresizce aklını deşen edebiyat ne işe yarar sorusuna. Gezegenin altı, üstü ve yerleşikleriyle bir olduğunu fark edip hayatta kalmak için çırpınanların hikâyelerini anlatmanın önemini hatırlatıyor belki de yeryüzü. John Berger’in, “varları yokları ellerinden alınıp da içlerinde uçsuz bucaksız bir boşluk oluşan ve bu boşlukta ruhlarından, yani sadece hissetme ve acı çekme yeteneklerinden başka şeyleri kalmayan” “yoksul ruhların” anlatıcısı olarak nitelendirdiği Platonov hakkında yazdığı “Duvarlara Karşı Durmanın On Yolu”nda belirttiği gibi:
“Yoksullar arasında hikâye anlatılmasının sırrı, hikâyelerin başka yerlerde de dinlenmesiyle, belki birisinin ya da birilerinin hayatın anlamının ne olduğunu hikâyeciden ya da hikâye kahramanlarından daha iyi bilebileceği inancından kaynaklanır. Muktedirler hikâye anlatmaz. Böbürlenme hikâyenin zıttıdır ve anlatı ne denli yumuşak olursa olsun, pervasız olmalıdır; günümüzde muktedirler tedirginlik içinde yaşar. (…) Hikâye zamanı (yani hikâyenin içindeki zaman) düz bir çizgide seyretmez. Yaşayanlar ve ölüler bu zaman içinde dinleyici ve hakem olarak buluşur; dinleyici sayısının artacağı hissedilirse, her dinleyici hikâyenin daha derin birmahremiyete büründüğü duygusuna kapılır. Hikâyeler bir anlamda adaletin her an tecelli edeceği inancının paylaşılmasıdır. Ve bu inanç uğruna kadınlar, erkekler, çocuklar tarihin belirli bir anında insanüstü bir şiddetle savaşırlar. Tiranlar bu nedenle hikâye anlatılmasından hoşlanmaz: Tüm hikâyeler bir bakıma onların iktidarlarının yıkılışına dairdir.” (Kıymetini Bil Herşeyin, Metis Yayınları, 2009)
Gezi İsyanı sırasında sıklıkla, “Biz Kürtlerin ne yaşadığını yeni anladık” sözünü işitmiştik. İsyanı bastırmak için yeğlenen yöntemler, Kürtlerin hikâyeleriyle Batı’dakilerin hikâyelerinin yan yana düşmesine neden olmuştu – hikâyeler başka yerlerde, yaşandıkları mekânların çok uzaklarında anlatılmış ve dinlenmişti. Soma’daki işçi katliamıyla da ölüleri ve yaşayanlarıyla yeryüzünün altındakilerin hikâyelerine kulaklarımız açıldı. Onların hikâyelerini anlatarak “adaletin her an tecelli edeceği inancını paylaşanların” her defasında zorbalıkla susturulmaya çalışılması muktedirlerin ne denli tedirgin olduklarını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Bu yan yana duran iki resim ise anlatılanların güvencesizleştirilmiş bütün işçilerin, emekçilerin hikâyesi olduğunu söylüyor.
Behçet Çelik
http://www.notosoloji.com/