12 Eylül 1980. Darbe gunleri.
Bornova yurtlarının başına emekli bir albay getirmişler. Adamın ilk yaptığı, yurdun kapısında durup, kıyafetini beğenmediği öğrenciyi içeri sokmamak. Eli arkasında bütün gün dikiliyor. Yurtlara nizam veriyor aklınca. Çok geçmedi, bir kaç gün sonra yurttan atılanlarin listesi de asıldı kapıya. İlk listede ismimiz çıktı şükürler olsun!
Şimdi kalacak yer lazım; resmen sokaktayız çünkü. Yazın Bornova akşamlarının tadına doyum olmaz. Havada her şeyi unutturan bir nergis kokusu vardır. Küçükpark’ın önündeki son otobüsü bilerek kaçırır, yürüyerek gidersin yurtlara. Lakin Ekim’den sonrası kötü. Soğuk adamın ciğerine işler. Zaten, kar yağarsa önce Manisa’ya, ardından Bornova’ya yağar. İzmirliler eskiden arabalarına binip Bornova’ya kar seyretmeye gelirlerdi, hala öyle midir bilmem.
Bizim Hakkı enteresan bir öneride bulundu. Kır Mahallesi’nde dededen kalma boş bir ev varmış, “orda kalabiliriz” diyor. Plan basit; Basmane’den her akşam Soma treni var. Okul çıkışı Basmane’ye geçip Soma trenine bineceğiz. Emiralem Kır Mahallesinde de ineceğiz. Kır Mahallesi yeşillikler içinde, mis kokulu bir köy. Çilek tarlalarının ortasında, Gediz’e yaslanmış küçük bir cennet. Ev, bahçeli, iki göz odalı kerpiç bir köy evi. Sadece yazları kullanılıyor.
Köyde tren istasyonu yok ama Regülatör denilen tahta bir baraka var. Regülatöre yaklaşınca tren durmuyor, yoldaki keskin virajın da zoruyla iyice yavaşlıyor. Orada atlayacağız trenden. İlk gün denedik, oldu. Hakkı zaten deneyimli, yağ gibi akıyor trenden. Ben pek alışkın değilim ama hızla öğrendim. Düştüğüm yerden koşmalıyım, onu anladım.
Akşamın geç saatlerinde vardığımız kerpiç köy evinde, hala kızlarının hazırladığı yemekler bekliyor bizi.
Hakkı’nın halası da aynı köyde. Nasıl cefakar bir kadın. Kızlar zaten birer melek. Geniş bir tepsiye sıralanmış ağzı kapalı bakır kaplarda börülce, radika, pazı ve labada. Hakkı, girişteki asmadan kopardığı üzüm koruğunu salatanın üzerine sıkıyor. Hafif acıya kaçmış sızma zeytinyağı da bulduk bir yerden. Sofra örtüsüne sarılmış kocaman ekmekler. Evin yanında amca oğlunun tavuk çiftliği var. Kuzen İbrahim, horoz çıkan yeni yetme piliçleri ya da hastalanıp ölmek üzere olan tavukları kesip kesip getiriyor. Sundurmadaki plastik bidon ağzına kadar üzüm şırasıyla dolu. Keşif cümlemiz: ‘’Oğlum bunlar şarap olmuş, yırttık lan!’’
Tedarikimiz de sağlam bu arada. Dolapta epey bir Edip Cansever var. Enver Gökçe, Ahmed Arif de tabii ki, Neruda, Nazım’lar gırla. O aralar nedense Hilmi Yavuz da okuyoruz. Bedrettin Üzerine Şiirler var, Doğu Şiirleri var. Bir de Murathan’ı keşfetmişiz. Gösteri dergisinde Sahtiyan’ı yayınlanmış, iyi şiir. Ama en çok Neruda sanki. Gece yarısı başlıyorum ben: ‘’gel de gör caddeler kan revan, gel de gör caddeler kan revan!…’’
Sabaha kadar süren şiir ve sohbet, sabah 5.30 Soma treninin sesiyle bitiyor. Trene binebilmek için onunla aynı istikamette sola doğru, rahvan bir koşu tutturmak zorundasınız. Tren biraz ilerdeki keskin viraji dönerken illaki yavaşlayacak, tam o anda bindiniz bindiniz, yoksa kaçar gider.
Trende uyuyamıyoruz bir türlü. Kaçak bindik ya, etrafı kollamak lazım. Kompartımanda Soma’nın maden işçileri, tartımaklı köylüler, entarili kızlar, yaşlı kadınlar var. İzmir’e gidiyorlar. Kemeraltı’na, Basmane’ye, belki Karşıyaka’ya. Avuçlarında kontrolör için sakladıkları biletler. Sessizce ve biraz korkuyla gösteriyorlar.
Bir hafta sonra omzumda tartımak, elimde ada çayı, Emiralem’in ortasındaki asırlık ağaca yaslanmış, hala oğlu Ali’yle muhabbetteyim. Ali çakmak çakmak gözleriyle gülerek bir şeyler anlatıyor. Beni çok sevmiş belli ki. Emiralem’e gitmeyip hastanenin acilinde sabahladığım geceler ısrarla beni sorarmış Hakkı’ya. Yıllar sonra Süreyyapaşa Verem Hastanesinde ziyaretine gittiğimde ancak anlayabilmiştim gözlerindeki ateşin, içten içe yanan verem ateşi olduğunu. Ali, iyice küçülmüş bedenine giydiği eski bir kazakla karşıladı beni. Hastanenin kantininde oturduk bir müddet. Eski arkadaşları ve Hakkı’yı soruyordu durmadan. Bir hafta sonra da öldü. Onun ateşli gözleriyle sorduğu soruyu, bir kaç gün önce çaresizce izlediğim bir televizyon kanalında duydum. Zalimlerin, aç kurtların, doymak bilmezlerin eline düşmüş Soma’lı bir maden işçisi, içten içe verem ateşi gibi yanan kömür ocağının kapısında, arkadaşı Hakkı’yı soruyordu ısrarla. ”Hakkı çıktı mı? Karısı hamileydi onun, söyleyin çıktı mı?”
Ah Soma!
Cehennemin kapısından büyümüş gözleriyle yeryüzüne çıktığında, ilk önce arkadaşını soranların ülkesi.
Ah Soma!
Tütünden, incirden, zeytinden kopartılıp, yerin yedi kat dibindeki kompartımanda zehrin ciğerlerine çökmesini beklerken avucunda sakladığı kağıda, “oğlum, hakkını helal et” yazanların ülkesi.
Ah Soma!
Gediz’in suladığı çilek tarlalarında, şalvarına bulaşmış gelincik kokularıyla dolaşmak varken, ellerindeki fotoğraflarla morg kapılarında ceset arayan bahtsız kız kardeşlerimin ülkesi.
1977 yılının Eylül’ünde, Kemeraltı Hisar Cami girişinde durdum. Çok güzel bir rüzgar esiyordu. Adı imbatmış, sonra öğrendim. Uykusuz bir
Ankara yolculuğundan sonra, düşe kalka İzmir’e gelmiştim. Sabah bir hemşehrimi bulacak ve kayıt için üniversiteye gidecektim. Kampüse yani… Gittim, bir karadut şerbeti ictim. Camiden çıkan yaşlılara bakıyorum sessizce. Söğüşçü arabasını yerleştiriyor hiç acele etmeden. Basmane bulvarındaki sıhhi banyo müdavimi uzun yol şöförleri, ellerinde kirli iç çamaşırlarının olduğu naylon torbalarıyla yeni garaja gidecek otobüsü bekliyorlar, bir sonraki gurbet için. Pavyonlar çoktan paydos etmiş, beyaz ışığı yakmışlar. Sanatçı çıkışının önündeki ıslık sesiyle geriye doğru gaza basan taksiler, kıymetli yolcularını alıyorlar. Güzelyalı ya da Göztepe için. Boyozcular ve gevrekçiler seslerini alıştırıyorlar. 6.45 Karşıyaka vapuru erken gelmiş. Saat kulesinin altındaki kız birini bekliyor, biraz telaşlı. Gençliğim, hayallerim, olmamış şeyler…
Yıl 2014. Kalbimin üzerinden Soma treni geçiyor. Gül yüzlü gelinler morg kapılarında. İmbat esmiyor artık. Gediz’in içi kurudu. Çilek bahçelerini toplu mezar yaptılar. Geniş ovalarda incire, süte, zeytine, bala bulanmış bir halkı, bilbordlarda ölülerini seyreden bir kalabalığa çevirdiler.
Batsın sizin karlarınız ve yüksek verimliliğiniz. Çek defterleriniz ve makosen ayakkabılarınızla gezinip durduğunuz yeter. Kibriniz ve azametiniz yiyip bitirecek sizi sonunda. Pahalı kol saatleriniz ve kurşun geçirmez arabalarınızla birlikte dilerim sonsuza dek kaybolursunuz.
Ovanın içinden bir düdük sesi çınlıyor.
Soma treni geliyor ve galiba yavaşladı.
Şimdi koşmak zamanı… Düştüğümüz yerden kalkacağız, unutmayin!
Ercan KESAL (Bu yazı ilk olarak 18 Mayıs 2014 tarihinde Birgün gazetesinde yayınlanmıştır)