Arka Bahçemiz

Sonradan Yetişmenin Psikolojisi

Dünyanın tüm ülkeleri, toplumları, bireyleri gerçekten Batı standartlarında yaşayabilir mi? Buna gerçekten inanan var mı?

459219567

Murat Belge’nin ‘Sonradan Yetişmenin Psikolojisi’ isimli söyleşisine gittim. Bütün anlattıklarını detaylı bir şekilde tekrar etmeyeceğim. Anahatlarıyla… Avrupa’da yaşanan modernizasyon sürecinin dünyanın geri kalanında bir yetişme psikozu yarattığını, geriden gelmenin çeşitli avantajları ve dezavantajları olduğunu, mesela ucuzlamış ileri teknolojiyi gelişim evrelerini atlayarak doğrudan ithal etme imkanının mümkün olduğunu; ancak bu esnada mesela ’80 Sonrası Kültürü’ diyebileceğimiz bir tuhaflıkla karşı karşıya kaldığımızı anlattı Murat Belge. Buna ‘sıçrama efekti’ ismini verdi. Belli dönemleri atlayarak ‘uyanıklık’ yapılamayacağından, aralar ‘boş’ olduğu için modernizasyona uyum gösterme konusunda zorluklar yaşadığımızdan bahsetti. Örnek olarak gençleri verdi. 80’den sonra gençleri anlamanın zorlaştığından, gençlerin bir tüketim toplumuna doğduklarından, kuşaklar arasında daha önceye oranla daha fazla bir kopukluk olduğundan yakındı. Bunu da Türkiye’nin “literate” olmadan, yani okuma dönemini atlayarak, “audiovisual” (kendi kelimeleri) olmasına bağladı.

Murat Belge’nin okuryazarlıktan (literacy) kastı basitçe okuyabilmek ve yazabilmek değil; kitap okumak, kitap okuma kültürüne sahip olmak. Audiovisual ise kısaca televizyon veya internet. Murat Belge’ye göre Türkler, bilhassa gençlik, Batı’dan farklı olarak kitap okuma kültürünü geliştiremeden televizyona geçtiğinden ortaya bir ‘bayağılık’ çıkıyor. Tüketen, sadece tüketen bir toplum hasıl oluyor. Son olarak, gidilen yolun yol olmadığını söyleyerek konuşmasını bitirdi Murat Belge.

Hemen her televizyon programında duyabileceğimiz bir değerlendirme yeniden dillendiriliyordu. Tabi sorun bu değerlendirmenin çok tekrarlanması değil; arada bazı kelimelerde görünür olan kabuller, varsayımlar, hakikatler, doğrular… Murat Belge’nin dili doğrudan kalkınmacılık söyleminin içinden konuşuyor, belli anlamlar, belli kavramlar, belli hiyerarşiler kuruyor, denetliyor ve yönetiyor; (Nietzsche’yi anarak) bir hapishane kuruyor. ‘Geri kalmış’ diye nitelendirilen toplumların yaşadığı bazı dönemleri (bu durumda Türkiye’nin 70 yılını) bir ‘boşluk’ olarak imliyor; sadece ileri-geri gidilebilen bir yol haritası çiziyor, ‘sıçramak’tan, ‘düşmek’ten, ‘bayağılık’tan, doğru/düzgün kalkınamamaktan yakınıyor. Bu esnada, kalkınmanın ‘hakiki’ bir örneğini, Batı’yı (ama hangi Batı?); buna mukabil onun ucube taklitçilerini (Türkiye; ama gene hangi Türkiye?) anlatıyor. Olanı ve olması gerekeni, doğruyu ve yanlışı, eğiticiyi ve eğitileni… Sonuçta Batı’nın dünyaya yansıttığı boy aynasını aynen bize tutuyor. “Tarihçi geriye doğru bakar: Sonunda geriye doğru da inanır.”[1]

Bu dil aracılığıyla Murat Belge, modern kapitalist dünyanın, giderek daha fazla sorgulamak zorunda olduğumuz evrensel doğrularını yeniden üretiyor, sömürgecinin dilini kullanıyor, gelişememişleri köleliğe, bir köle ahlakına zincirliyor. Aynı soruyu sorup duruyoruz: Nasıl kalkınabiliriz? Murat Belge de bu sorunun bir eklentisi olan, kalkınırken neyi yanlış yaptık, sorusunu tekrarlıyor.

Öncelikli soru şu olmalı: Dünyanın tüm ülkeleri, toplumları, bireyleri gerçekten Batı standartlarında yaşayabilir mi? Buna gerçekten inanan var mı? Bir Amerikalı bir Ruandalı’dan 1100 kat fazla enerji harcıyor; bu farkın kapanmasının ne anlama geldiği konusunda gerçekten bir fikrimiz var mı? Bütün modern/kapitalist medeniyet doğal kaynakları dönüştürmek, işlemek ve bu esnada atık üretmek üstüne kuruluyken[2], yani doğal kaynakları büyük bir hızla tüketip talan ederken kalkınmak ne anlama gelir? Şu an dünyadaki altı milyar insan bir Amerikalı kadar (ya da uzağa gitmeden: benim kadar) enerji tüketebilse hayal edemeyeceğimiz bir çevre felaketiyle karşı karşıya kalırız. Murat Belge’yi tekrar ederek: Gidilen yol, yol değil, evet!

Üstelik dünyanın çoğunluğunun kalkınamamış olması, Batı Dünyası’nın varoluş koşulu. Kalkınmış ülkelerin sömürgeci geçmişlerini ve halihazırda sürdürdükleri sömürüyü bilirken; fakir ülkelerdeki ucuz emeğin şehirleri, zenginleri beslediğini, onların hayat standartlarının vazgeçilmez koşulu olduğunu damarlarımızda hissederken bu kalkınma ve ilerleme hayalini nasıl devam ettirebiliriz? Avrupa’nın sömürgeci tarihini gizleyen sosyal devlet mefhumunun dünyanın her yerinde tekrarlanabileceğini nasıl umabiliriz? Sömürüden bahsetmeden kalkınmadan nasıl dem vurabiliriz? Kısaca, imkansız ve acılarla dolu bir yalanı nasıl özleyebiliriz?

Kalkınmaya yeni bir kılıf aramıyorum. Çevreyi gözeten bir kalkınma önermiyorum. Adaletli bir ilerleme nasıl olur gibi soruları aklımdan bile geçirmiyorum. Nietzsche bizi çekiçle felsefe yapmaya çağırıyor: Kırmaya, dağıtmaya, paramparça etmeye. (Almanca söylemesi hoşuma gidiyor: Wie man mit dem Hammer philosophiert.) Murat Belge’nin dilindeki doğruları, ‘kalkınırkan neyi yanlış yaptık’ sorusuyla ima/inşa ettiği doğruları paramparça etmek mümkün mü? Batı’nın, dünyanın geri kalanına dayattığı kıstasların, doğruların, yaşama ve ölme şekillerinin, düşlerin paramparça edilmesi mümkün mü?

“Doğruya duyduğunuz istencin sizin için anlamı şu olmalı: insan için düşünülebilir, görünür, duyumlanabilir olan her şey değişebilir.”[3] Zira tek bir anlam yoktur; ama sayısız yorum vardır. “Doğru yoktur; sadece güç vardır.”[4] “Apollocu düşler kendilerini bir gerçek olarak dayatırlar. Bu gerçekler o kadar sık dile getirilmişlerdir ki bunlara karşı çıkmak bir çılgınlık olarak kabul edilir.”[5]

Kalkınmacılığın arkasına aldığı bilimler de (hem sosyal bilimler hem doğa bilimleri) aynı şekilde bir yorumlama biçimidir sadece. Bu mihverde, bilim hakikatin örtüsünü kaldırmaz, sadece bir yorum şeklidir. Üstelik Nietzsche’ye göre, bilimin, yorumlarına getirmeye çalıştığı “nesnellik”, sanatsal olandan daha aşağı bir düzenle sonuçlanmaktadır.[6] Bunun sonucunda kalkınmak bir düş (sevimsiz bir düş) olmaktan çıkar; bir hakikate, tarihsel bir gerçekliğe, bir zorunluluğa dönüşür. Hesaplanabilir, el değiştirebilir, her yerde uygulanabilir bir nesne haline gelir. Kalkınmacılık söylemi, dünyanın düzenine dair, iyiye dair, müreffehe dair belli gerçekler iddia eder. Neyin doğru olduğunu tarif eder (mesela kişi başına tüketimin artması), buna ulaşmanın safhalarını buyurur, aşamalarını hesaplar. Tabi bu esnada kalkınmacılık, büyük borçlanmaların, büyük sermaye birikimlerinin, büyük kârların ve tabi büyük yolsuzlukların motoru olur. Bunlar çoğunlukla bir aksaklık, olması gerekenin uygulanamaması olarak resmedilir; ancak sermayenin bir şekilde birikmesi aksaklıktan ziyade kuraldır. Kalkınmacılık sermayeci bir düştür, devletin ya da başka bir tüzel kişinin elinde sermaye birikimini koşullar. Kısaca, sermaye, özel mülkiyet, birikim; üstüne bir de Batı’nın dünyanın geri kalanına ne olunması gerektiğini söyleyen buyurgan sesi: İşte Murat Belge’nin diline sinenler.

Konuşmasında dillendirdiği ‘boşluklar’ da işte böyle bir tarihin içinde mümkün olabiliyor; yani Batı’nın, dünyanın geri kalanını hizaya sokmasının tarihinde. Bu boşluklar, bir temsilin karşısında (kalkınmış Batı), eksiklikten ötürü duyulan utançla ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, geri kalmışlık sadece ekonomik/teknolojik bir eksiklik olarak çıkmıyor karşımıza; aynı zamanda belirli bir anlam ağının içinde, utançta, yetişememe hikayelerinde, kızgınlıkta, şikayette vücut buluyor. Bu temsil dolayımıyla, sonradan yetişmeye çalışanda olmayan, muhtemelen hiç olmayacak olan isteniyor, sahipleniliyor, ve ulaşamamaktan ötürü üzüntü duyuluyor.

Buradan hareketle, kalkınmacılık ekseninde cereyan eden bir ‘ruh hali’nden bahsetmek istiyorum. Özellikle az gelişmiş olarak ifade edilen toplumların ortak hissiyatlarını açık eden bir ‘yakınma kültürü’nü, yani ‘Sonradan Yetişmenin Psikolojisi’ni değerlendirmek istiyorum. Bunun için söyleşinin geri kalanında neler konuşulduğunu anlatayım kısaca.

Murat Belge’den sonra mikrofon salondakilere geçti. Konuşan her kişi çeşitli pozisyonlardan farklı şekillerde bir eksiklik, bir yanlışlık hikayesinin içinden konuştular. “Sorun ne, biz niye böyle olduk?” ya da “Biz neyiz, ne olmalıydık?” ekseninde geçti tüm konuşmalar. Tartışma aslında, ‘geri kalmışlık’ hakkında önemli bir sunum yapmaktaydı. Bir tiyatro oyununda bile karakterler bu kadar özenle seçilemezdi: Türkiye’nin çağdaş yüzünü temsil eden okumuşları Türkiye’nin ahvali üstüne bilindik tekerlemelere başladılar. Önce bir anne, anne olmasından ötürü gençlerden yakındı. Kızının iyi bir üniversite bitirmesine rağmen sabahları lüzumsuz programları seyretmesinden, gençliğin üretken olmayışından, şimdiki gençlerin bencil ve sorumsuz oluşundan dert yandı. Bir genç, gençlerin mutsuz olduğunu çünkü inanacak değer bulamadıklarını; bir diğeri ise aslında gençlerden umutlu olunması gerektiğini belirtti. Yaşlı bir dinleyici, aslında Türkiye’nin geleceğinin çok da kötü olmadığını, her vapura binişinde gençleri kitap okurken gördüğünü; üstelik devamlı Anadolu’yu gezdiğini, her gidişinde şehirlerin ileriye gittiklerini fark ettiğini söyledi. Bir öğretmen ise Batı’nın bütün gelişmesini irdeleyerek, ihtiyaç hissederek yaptığını; bizim ise bir gecede yaptığımızı dile getirdi. Zaten bizde bilmenin ve bilginin yasak olduğunu söyleyerek dert yandı. Biri yolsuzluktan, başka biri taklitçilikten, bir diğeri ise çocuk eğitimindeki yetersizlikten şikayet etti.

Bütün bu konuşmalar sanıyorum hepimize tanıdık geliyor; onlarca türlüsünü ya duyduk ya yaptık. Geri kalma psikolojisi tam olarak bu olsa gerek. Devamlı yakınmak, kıyaslamak ve özenmek. “Orası burası gibi değil? Orada insan muamelesi görüyorsun” Hastane önlerinde beklemekten, düzensizlikten, keşmekeşten, trafikten, rüşvetten, ağır bürokrasiden; kısaca Doğulu zihniyetinden şikayet etmek. Hatta Doğu’dan, Doğulu olmaktan nefret etmek.

Bu anlamıyla Doğu, ancak Batı’dan geçerek görülebilecek bir varlık haline geliyor. Diğer bir deyişle bütün bir anlam dünyası Batı’nın temsilinin içinden geçerek oluşuyor. Doğu’yu kuran, eksiklikleri ve yanlışlarıyla yaratan, Batı’nın temsili oluyor. Salondakiler Türkiye hakkında konuşuyorlardı; ancak cümlelerin hemen gerisinde gerçeklik evrenini inşa eden Batı idi. Hangi saptamanın geçerli, hangisinin yanlış, hangi cümlenin meşru, hangi kelimenin haksız olduğunu belirleyen uzun bir tarih vardı o salonda. Aşamalar, seviyeler, amaçlar, yöntemler, stratejiler: hepsi bir hakikat iddiasının kurduğu şebekede anlam kazanıyordu. İlerleme ideali: Kapitalizmin oyun sahası!

Bir sıçrama yapmak pahasına, anlattıklarımı direnmeye dair bir politik duruşla ilişkilendireceğim son olarak. Murat Belge konuşmasında bir soruya cevap verirken küreselleşmeyi ve neo-liberal politikaları rüzgara ve dalgaya benzetti; önünde durulamaz, engellenemez doğa olaylarına. İşin aslı, bütün bir konuşma boyunca mağrur ve muzaffer bir kapitalizmi/Batı’yı varsayıp durdu. Herhalde Batılı bir işadamı ya da geçmişten hayali olarak davet edilecek bir Hindistan valisi (İngiliz) daha fazlasını söyleyemezdi. Bu şekilde düşünüldüğünde, bütün bu yakınma kültürü de yenilmişliğin bir belirtisi olarak çıkıyor karşımıza.

Oysa umutsuzluk böyle bir hapishanede mümkün ancak, bahsettiğim dilin hapishanesinde. Bu dili kırmak, parçalamak, komik durumlara düşürüp dalga geçmek sanırım direnişin en önemli başlangıcı. Kısa anlarda, masumane konuşmalarda ortaya çıkan yakınma kültürüyle; onun barındırdığı hakikat şebekeleri ve temsillerle uğraşmak, didişmek, alay etmek; Murat Belge’nin söyleşisini es geçmemek, susmamak: Benim başlangıcım bu!

[1] F. Nietzsche, Putların Batışı: Ya da Çekiçle Nasıl Felsefe Yapılır. Çev. Mustafa Tüzel (İstanbul: İthaka, 2005) s.13.

[2] Z, Bauman, Wasted Lives: Modernity and its Outcasts, (Cornwall: Polity Press, 2004).

[3] F. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, s. 198.

[4] F. Nietzsche, Will to Power, çev, Walter Kaufmann (New York: Vintage Press, 1968).

[5] F. Nietzsche, Şen Bilim, s 110.

[6] F. Nietzsche, Will to Power, çev, Walter Kaufmann (New York: Vintage Press, 1968).

Sezai Ozan Zeybek

http://ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu