Konuşmayı ilk çözdüğümüzde binbir merakla sorduğumuz binbir soruya anne ve babalalarımız bazen yetersizliklerinden bazen de umursamazlıklarından dolayı sorularımıza ya yanıtsız kaldılar ya da yanlış cevapladılar. Anne bu ne? Elma. Peki bu ne? Ekmek. Ekmek olmasa ne olur? Aç kalırız. Aç kalırsak ne oluruz? Ölürüz. Biz aç kalır mıyız anne? Hayır. Herkesin ekmeği var mıdır? Cevap, annemin kocaman açılan gözleri, ardından düşen kirpikleri ve yanıtsız kalan sorular, sorular, sorular… Ya da sen önce kendi ekmeğine bak bakayım yanıtları.
Biraz büyüdük, okul çağına geldik, neşeliydik, arkadaşlarımız çoğaldı, sanki birşeyler de öğrenir gibiydik, öğretmenlerimiz vardı, bize neyin ne olduğunu söyleyen. Neyin ne olduğunu öğreniyorduk belki ama neyin nasıl ve niye olduğuna dair yine cevaplar yoktu. Evet savaşlar oluyordu, savaşlarda insanlar ölürdü ama niye ölüyorlardı, neden ölmek zorundaydılar? Sorduğumuz sorulara genellikle hiç birine cevap alamadık. Sorularımız çoklukla yüzümüze tokat gibi çarpan ”Dinleseydin!” oluyordu. Sorularımız boyunları bükük.
Garip bir dünyada yaşıyorduk. Çok fazla nesne, çok fazla durum vardı. Her biri bir soruyu, her yanıt başka bir soruyu doğuruyordu. İşin daha ilginç yanı kimse bunlarla ilgilenmiyordu, herkesin işi başından aşkındı. Acaba biz mi yanlış sorular soruyorduk, cevabını biliyorlardı da cevabını vermek mi istemiyorlardı, bilemiyorduk ama herşeyin sorulmaması gerektiğini de yavaş yavaş öğreniyorduk.
Birbirimize büyüklerimiz gibi ”Nasılsın?” demeyi de öğrenmiştik. Cevap gerçi hep aynıydı: ”İyiyim” Hiç şaşmazdı bu; sanki iyilik bir alışkanlıkla verilen bir cevap gibiydi. İnsanlar somurtarak ”İyiyim” diyordu. Üşüyor musun? İyiyim. Çok mu acıktın? İyiyim. Gerçekten iyi olmak nasıl birşeydi, acaba gerçekten herkes iyi midir? Bunları kimse düşünmezdi. Biz de düşünmemeye alışıyorduk yavaş yavaş.
Büyüyünce ne olacaksın bakalım? Büyüdük işte, sizin gibi birşey olduk. İyiyiz yani. Sorularımızdan da vazgeçmiş değiliz tabi. Zaten kimse soru sormaktan vazgeçmemiştir. Ama nasıl ve niye sorulmaz. Mesela bu ayki faturanın ne kadar geldiğini sorarız, akşama acaba ne yemek yapsam diye sorarız, bu ay maaşı yatırdılar mı diye sorarız, bu gömlek bu pantolana yakıştı mı diye sorarız, dünkü maç kaç kaç bitti diye sorarız; hani laf olsun diye, hani hayat şartlarından, hani alışkanlıktan işte…
Çok azımız sorularının peşinden gitti, hem de yanıtlarıyla birlikte gitti peşinden. Önemli sorular soruyorlardı ve cesaretliydiler. Ama biz hem bilgisizdik hem de korkak.
Ama hakikat savaşçılarından birinin unutulmaz soruları şöyleydi: ”Bizler çoğu kez insan hakları üzerine konuşuyoruz. Ama aynı zamanda ‘insanlığın hakları’ üzerine de konuşmalıyız. Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye, neden bazı insanlar çıplak ayaklarla yürümek zorunda? Diğerleri 70 yıl yaşasın diye, neden bazı insanlar 35 yıl yaşamak zorunda? Diğerleri müthiş derecede zengin olsun diye, neden bazı insanlar berbat bir şekilde yoksul olmak zorunda? Ben, bir parça ekmeğe bile sahip olamayan dünya çocuklarının adına konuşuyorum!”
Evet, biliyorum çoğumuz bu soruları veya buna benzer soruları sormuşuzdur. Peki gittiniz mi peşinden bu soruların? Ya yanıtını bulamamışızdır ya da bedeli fazla ağır gelmiştir; hani hayat şartları işte…
Ama öyle değil. Dünyanın ileriye dönük gelişimi her zaman doğru sorular bulup o soruları sormak ve yılmadan yanıtlarını aramak ve bu adaletsizliği ortadan kaldırıncaya dek savaşımla birbirine paraleldir. Ben bu soruları ölünceye dek soracağım.
Soracağım elbet,
o çocuklar neden ölüyorlar?
Oysa ne güzel gülüşleri vardı.
Soracağım elbet,
yoksa sizden ne farkım kalır!
Baran Sarkisyan
Dünyalılar