Arka Bahçemiz

Söz ve eylemin anlaşmalı boşanmasına dair…

“Söz” ve “eylem” arasında “muğlâk” bir birliktelikten yola çıkıp “ahlaksız” bir birlikteliğe ve hatta işbirliğine vardık bu topraklarda. Bu arada, Batılı, bilinen tüm eylem teorilerimiz de patladı, kifayetsiz kaldı. “Miş-mış” gibi yapmayı bir varoluş kipine dönüştürmüş bir “kabileyle” karşı karşıyayız.

Yetkin ve seçkin akademik kadrosu ve çağın gerektirdiği tüm teknolojik olanaklarla donatılmış Üniversitemiz, bilim ışığının gençlere ulaştırılmasında ve ülkemizin aydınlık nesillerinin yetiştirilmesinde tarihi ve vazgeçilmez bir duraktır…

Öğrenci İşlerinde bir gün…

– İyi günler, kolay gelsin, bizim bir öğrencinin notu yanlış girilmiş sisteme, değiştirmek gerekiyor.

– [Sadece bir bakış!] onunla biz ilgilenmiyoruz!

– Ama rektörlüğün öğrenci işleri, sistemin değiştiğini ve artık sizin ilgilendiğinizi söyledi.

– [Bu sefer daha sert bir bakış, açık olan Face’i kapatır], şurada sorumlu var, onunla görüş!

– [İkinci tekil şahıs kipinde çekim! Sinirlenmeye başlıyorum! Cepten statü bombasını çıkarıp masanın üzerine bırakmanın tam vakti.] Arkadaşım! Öğretim üyesiyim ben, 2 haftadan beri bununla uğraşıyorum, benim işim mi bu? Aratmayın bana rektörü! [Zira Cumhuriyetin en köklü üniversitesinde dahi olsak, rektör bunun için aranabilir, teamüllerde var bu].

– [Beklenen tepki, afallar, Müdürüne yönelir] Melek Müdürüm bakar mısınız? Hocamızın bir sorunu varmış; buyurun hocam [Face’e döner].

– [Bu sefer daha resmi biçimde giriyorum diyaloğa] Melek Hanım, bu notun sistemde düzeltilmesi gerekiyor; bu da artık sizin biriminizin sorumluluğundaymış, gereğini yapın lütfen!

– [Melek Hanım rahatsız oldu, ayağa kalkıyor] Tabii Hocam, gerekli arkadaşa yönlendireyim sizi, buyurun. Salih Bey, Hocamıza yardımcı olur musunuz? Not değişikliği olacak.

– [Üzerinde yoğun bir şekilde çalıştığı “Youtube dosyasını” bir kenara bırakan Salih Bey ağır adımlarla gelir] İyi de onunla ben ilgilenmiyorum ki müdürüm. Bilgi işlemden Ahmet Bey bize onun formasyonunu henüz vermedi, yeni sistem geldi ya!

– [Melek Hanım zor durumda] O zaman Ali Bey yardımcı olsun hocam size. Salih Bey, hocamızı Ali Bey’e yönlendirelim.

– Tamam müdürüm, Ali Abiii! [bağırarak, Ali Bey dediği kişi Ali Abiymiş meğer].

– [Ali Abi koşarak gelir], Abi, hocamızın bir sorunu var, yardımcı oluver.

– [Ali Abi, Çorumlu şivesiyle] Hocam verin siz bana dilekçeyi. Hmm, tamam hocam, beklemeyin şimdi burada. Ben bunu girerim, birkaç güne sisteme yansır değişiklik.

Evraktan Ali Abi

Mistik güçlere sahip bir Yunan Tanrısı gibi, bir anda biz ölümlülerin arasına dalan ve ilahi bir hamleyle o baş belası sistemi bir çırpıda yere seren Ali Abi.

Tüm o etkileyici ve büyük binasıyla, unvanlarıyla, makam odalarıyla bir büyük kurum. Onun içinde bir Ali Abi. Tek başına bir Çorumlu. Ama aslında o koca kurum, sadece Ali Abi. Gerisi… sadece söz.

Güzel ama dar ülkemizde, neredeyse tüm kurumlarda, rollerde, ilişkilerde karşılaşılan bir durumdur aslında bu. Burada her şey iki defa vardır; sözde ve pratikte… ve her defasında çok farklı biçimde. Yer yer mit karakterine bürünen devasa bir söylem, olması gerekeni çok keskin ve ahlakçı biçimde tanımlar; olması gereken kurum, olması gereken baba, olması gereken vatandaş, olması gereken Müslüman, olması gereken kadın, olması gereken erkek, olması gereken aşk… Ama bilinir ki, hayatlar öyle olması gerektiği gibi de yaşanmaz, yaşanamaz. Bu, her toplumda biraz böyledir aslında. Söylemle veya tanımlanmış davranış biçimleriyle pratiğin tam anlamıyla çakışması zaten mümkün değildir hiçbir yerde. Gridir hayat her zaman, ne tanımlandığı gibi yaşanır ne de yaşandığı gibi tanımlanır. Ancak, az çok üst üste binmesi de gerekir bu iki düzeyin; muğlâk bir birlikteliktir çoğu zaman söz konusu olan. Bizde sorun tam da burada başlar. Koca bir uçurum, devasa bir yarık; uzaklaştırır, ayırır, söylemi pratikten. Söz ve eylem, münakaşalı bir çift gibi her gün birbirinin başının etini yer; söz, eylemi; eylem de sözü ikiyüzlülükle suçlar: “Kıçın başın oynamasın!”. Bunun böyle devam etmesi zordur; anlaşmalı boşanma yoluna gidilir hakikat mahkemesinde; söz ve eylem artık ayrıdır; herkes evine…

Ama her boşanmış çift gibi tamamen kopamazlar da. Birbirlerinin hayatlarında hep olacaklardır. Aksi nasıl mümkün olsun ki? Eski sevgilisinden ne kadar kopmuş olursa olsun “eylem”, sözel bir meşru çerçeve, referans noktası arar onda. Aksi takdirde önce iletişim, sonra da toplum var olmayacaktır hiçbir şekilde. Kaldırın tüm o sabitleri, orada olan ancak pek de bir şeye tekabül etmeyen tüm o değerleri, normları, davranış kalıplarını; hiçbir ortak referans bırakmayın, aileye, kadına, erkeğe, devlete ilişkin. Ne kalır geriye? Hiç… İletişimin, toplumun sonu, bitti, dağılın…

Kısacası, ayrılmışlardır ayrılmalarına ama birliktelikleri bir şekilde devam etmektedir de. Sürekli bir aldatma halidir aslında bu. “Eylem”, başka işler çevirir, başka şeyler yapar, ama hep “söz”e döner; onun koynuna girer; numaradan sevişir onunla. “Söz” buna ses çıkarmaz. Neden çıkarsın ki? İpler onda, o giderse her şey bitecek. “Eylem” işin bokunu çıkardığında sadece ikazla yetinir çoğu zaman: “Kurumlarımızı yıpratmayalım!” Ahlaksız bir birliktelik mi dediniz? Belki…

Bu türden her birliktelikte olduğu gibi burada da görünüşte her şey kusursuzdur. “Söz”, kahvesini keyifle yudumlayabilir. “Eylem”, her defasında, aşırı biçimde ona referans verir; sanki saklayacak bir şeyleri varmış gibi. Zaten hep öyle değil midir? Bir şeye (değere, davranış kalıbına, norma, vb.) aşırı vurgu varsa kıllanın! Zira muhtemelen “eylem”, “sözü” aldatıyordur o esnada. “Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir” cümlesini ifade ederken Atatürk, İsmet Paşa’ya dönüp, “bunun böyle olmadığını ben de biliyorum İsmet, abartma” demiş olabilir. Olması gereken tanımlanır vardır bu tür cümlelerde, olan değil.

Kurumlar bazında bu, dış itibar sembolleri veya göstergeleriyle (makamlar, binalar, unvanlar, vb.) tamamıyla doğru orantılı bir yetkinsizlik, kopukluk, içi boşluk olarak tezahür eder. İçinde uzman barındırmayan uzmanlık kurumları, bilgi işlemcisi olmayan bilgi işlem daireleri, sekreteri olmayan sekreterlikler, akademisyeni olmayan akademiler. Tersine, tüm bir kurumu çekip çeviren tek bir kişi; Ahmet abi!

Bu gibi durumlarda, bir dizi ritüel ve sembolik oyun vasıtasıyla (yeniden tarih yazımı, geleneğin icadı, değerlere vurgu, gösterişli isimler, saygı ve itibar göstergelerinin aşırı kullanımı, vb.), kurum işlemesi gerektiği gibi işliyormuş izlenimi verilmeye çalışılır. Ama tutmaz da bu her zaman, kalitesiz bir sıva gibi dökülür ilk yağmurda. Türk Kara Kuvvetleri ilk defa M.Ö 209 yılında Mete Han tarafından kurulmuştur, ama Dağlıca’da yaralılarını bile gidip alamaz. Aynı ordu milliyiz der; ama iki defa bedelli çıkarır; alevi şehitlerinin cenazelerinin defnedilme işlemleri esnasında resmi protokolü de tatbik etmez. Bizim hekimlerimiz aslında eğitim ve yetkinlik açısından ABD’dekiler kadar iyidir, hatta daha da üstündürler ama ne hikmetse, ihtiyacınız olmayan tahlilleri de her defasında isterler. Grup kuraları çekildiğinde, Almanya veya Hollanda’dan sonra kesin ikinci olarak gruptan çıkarız denir hep, ama beğenmediğimiz İzlanda veya Letonya gelip gömer bize burada. “Ayıp ediyorsun abi, olur mu öyle şey, tanıyoruz birbirimizi, sözüm senettir” diyen esnaf, o anda golü yazmıştır kalenize, geçmiş olsun! Çok muhafazakârızdır, çok ahlaklıyızdır ama her semtte, sokakta, herkesin gözü önünde ticaretini yapan, mutlu sonlu masaj salonlarımız da boldur. Değerden, ahlaktan, dinden en çok bahseden, ekseriyetle değere ve ahlaka en çok zararı verendir bu topraklarda. Bürokratik ve rasyonel bir hukuk devleti anlayışının, hemen herkes tarafından bilinen en temel kaideleri, her gün defalarca çiğnenir ama sırası geline, “burası muz cumhuriyeti mi efendim, kaç bin yıllık devlet geleneği olan bir ülkeyiz biz” demekten de çekinilmez. Eski tüfek solcu abi olarak, gençlere gaz vermekten çekinmeyiz ama hayatımızda dişe dokunur pek bir şey de yapmamışızdır ve oldukça konforlu bir yaşam standartımız da vardır.

Aziz Nesin, o muhteşem kıvraklığıyla, “Türkiye’de her üç kişiden dördü şairdir!” derken çok ince görmüş hiç kuşkusuz. Olanla, olunmak istenenin bu kadar ayrı düştüğü bu topraklarda şiirin bu kadar rağbet görmesi hiç şaşırtıcı değil. Zira şiir burada bir ayna vazifesi görür; ama olanı değil, olunmak isteneni gösteren bir ayna. Foucault’nun tabiriyle “heterotopya”dır şiir; olanaksız bir mekân; olanaksız bir ben imgesinin içine yerleştirildiği olanaksız bir dünya. “Söz”ün bekâr evidir, şiir; rakı masasıdır, barınağıdır. Kahramanlıklar, aşklar, fedakârlıklar, bağlılıklar, sadakatler, değerler, isyanlar, kavgalar, olmak istenen her şey… her şey yücedir orada. Oysa “söz”ün aldattığı yerdir orası, “eylemi”, evet; ama önce kendi kendisini de. Olanaksız bir ben imgesi olanaksız bir mekânın peşinde koşar o aynada. Rol dağılımı nettir orada; iyiler, kötüler, kahramanlar… Hep diğerleri kötü, hep diğerleri alçak! Bu ayna yüzleştiren bir ayna değil; heterotopya işte altı üstü. Herkes Turgut Uyar sever bu ülkede; Tweetlerde, Face’de herkes bir gün bir “Turgut Uyar” paylaşımı yapmıştır kuşkusuz; şiirler, tweetler, Face güncellemeleri, aforizmalar; iç içe girmiş heterotopya’lar. Dünyada üçüncü ülkeyiz Face kullanımda. Bu da kuşkusuz şaşırtıcı değil. Arzulanan benlik performanslarının sınırsızca tüketildiği krallıklar oralar; herkes romantik, herkes isyancı, herkes kahraman, herkes devrimci, herkes mağdur ama kimse kötü değil orada. Kötüler nerede? Dışarıda… Tartıştıkları bir gün “eylem”, “söz”e bir kez daha döner ve şunu der: “saçmalama artık!”

“Söz” ve “eylem” arasında “muğlâk” bir birliktelikten yola çıkıp “ahlaksız” bir birlikteliğe ve hatta işbirliğine vardık bu topraklarda. Bu arada, Batılı, bilinen tüm eylem teorilerimiz de patladı, kifayetsiz kaldı. “Miş-mış” gibi yapmayı bir varoluş kipine dönüştürmüş bir “kabileyle” karşı karşıyayız. Kimin davranışını, sözünü neye göre kıymetlendirip tahlil edeceğiz; neyin/kimin eylem saiklerini hangi ölçüte göre ortaya koyacağız?

Anlayacaksak önce bunları anlayalım; bunlara kafa yoralım. Peki bu satırların yazarı, bu yazdıklarından çok mu muaf? Roland Barthes, metnin yazıldığı andan itibaren yazarından bağımsızlaştığını ve özerkliğe kavuştuğunu söyler: yazarın ölümü. Elinizdeki metin de artık benim değil, bana bakıyor ve şöyle diyor: De te fabula narratur [anlatılan senin hikâyendir]!

Levent Ünsaldı

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu