Srebrenitsa’da, 1995 Temmuzunda, 8 bini aşkın Boşnak, Sırp egemenleri tarafından katledildi. Avrupa’nın göbeğinde, Sırp kasap Ratko Mladiç’e bağlı güçler Srebrenitsa’ya girmiş, topluluktan ayırarak kamyonlara yükleyip götürdükleri 8 bini aşkın Boşnak erkeği birkaç kilometre uzakta katletmiş ve geride gözü yaşlı annelerle çocuklar bırakmıştı. O sırada BM ve NATO hiçbir müdahalede bulunmamış, tersine zulümden kaçan Boşnakları kendi elleriyle Mladiç’e teslim ederek ölüme göndermişlerdi.
Milliyetçilik zehriyle zehirledikleri halkları birbirlerine karşı kışkırtan ve kırdıran emperyalist güçler, halklar arasında derin yaralar açmışlardır. Katliamın ardından yıllar geçse de yaralar kapanmamış, yakınlarını kaybedenler yaşadıkları travmadan kurtulamamışlardır. O büyük acıyı yaşayan annelerden biri olan Meyra Cogaz, duygularını şöyle ifade ediyor: “Artık vücudum ve kalbim bu acıyı kaldıramıyor. Artık gözlerim bu dünyaya ve bu acılara bakmaktan bıktı. Çektiğimiz acılar sağlığımıza zarar veriyor, ancak elimizden de bir şey gelmiyor. Aşırı üzüntüden karaciğerimden ameliyat oldum. Hastaneden taburcu olup evime döndüğümde günlerce bir bardak su verenim olmadı. İşte Avrupa’nın ortasında, dünyanın gözleri önünde işlenen soykırım bizi bu durumda bıraktı.”
Bosna’da yaşanan katliam, emperyalist ve yerli burjuva güçlerin kendi çıkarları uğruna halkları birbirlerine kırdırmalarının ne ilk ne de son örneğidir. Sadece Ruanda’da emperyalistlerin kışkırtması sonucunda Hutular ve Tutsiler arasındaki savaşta 1 milyon insan katledilmişti. Tıpkı Srebrenitsa’da olduğu gibi Ruanda’da da bu katliam BM’nin gözleri önünde gerçekleşmişti. BM askeri gücünün komutanı dönemin BM Genel Sekreterini arayıp “müdahale edelim mi” diye sorduğunda, yanıt olarak “karışmaması” talimatını almıştı. Yine ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal etmesiyle 1 milyondan fazla insan ölmüş, yüz binlercesi yaralanmış, milyonlarcası da göç etmek zorunda kalmıştır. Emperyalizm çağı savaşlar, yıkımlar ve katliamlarla damgalanmıştır.
Emperyalizmin av sahası: Balkanlar
SSCB’nin çökmesi kapitalizm açısından bir milat olarak lanse edildi. Buna göre kapitalizm tek başına kalmıştı, artık dünyaya “yeni bir düzen” gelecekti. Bu düzen, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin kendi aralarındaki hegemonya mücadelesine bağlı olarak belirlenecekti. Kuşkusuz SSCB’nin çökmesi yeni pazar alanları yaratmış, yetmişli yıllardan beri ekonomik durağanlığın içinde debelenen kapitalizm için bu durum bir fırsata dönüşmüştü. Bu “yeni dünya düzeni”nde Balkan halklarının bahtına da savaş ve katliam düştü. 1991 yılında Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti dağılmış, Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Hemen ardından 1992’de Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etmiş, Yugoslavya’dan geriye Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Voyvodina kalmıştı.
Bu gelişmeler üzerine, 80’li yıllardan beri devlet yönetimi ve ordunun kontrolünü elinde bulunduran Sırp egemenler, “büyük Sırbistan” hayaliyle ilk önce Hırvatistan’a, burada başarısız olunca da Slovenya’ya saldırdılar. Sırp milliyetçileri bu şekilde halkları zorla bir arada tutmayı ve arzu ettikleri “büyük Sırbistan”ı kurmayı düşünüyorlardı. Savaşan tarafların her birinin arkasında ise gerçekte farklı emperyalist güçler bulunuyordu. Savaşın kızışması ve katliamların hızlanmasıyla birlikte emperyalistler sözde “barış gücü” göndererek bölgeye doğrudan müdahalede bulundular. BM’ye bağlı “barış güçleri” bölgeye yerleştiğinde 5 binden fazla insan ölmüş, 14 bin insan kaybolmuş, 18 bin insan yaralanmış ve sakat kalmıştı. Ancak “barış güçleri” katliamların devam etmesini önleyip barışı sağlamak ve korumak bir yana, kendileri de yüzlerce sivili katlettiler ve yeni katliamlara seyirci kaldılar.
Üç yıl sonra Srebrenitsa’da 8 bini aşkın Boşnak vahşice katledilirken BM güçleri orada bulunuyorlardı. Üstelik 1993 yılında BM Srebrenitsa’yı katliam tehlikesine karşı uçuşa yasak bölge ilan etmiş, silah ambargosu kararı almıştı. Katliam yaşanıp binlerce insan öldükten sonra BM tekrar müdahalede bulunmuş ve Dayton Anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşmayla Bosna-Hersek’in bağımsızlığı kabul edilerek bir federasyon kurulmasına karar verildi ve toprakların %49’u Sırp Cumhuriyetine, %51’i ise Boşnak-Hırvat Cumhuriyetine bırakıldı. Bu arada, dünyanın gözü önünde yaşanan bu savaşta on binlerce insan ölmüş, on binlercesi sakat kalmış, yerini yurdunu terk etmek zorunda bırakılmış, binlerce kadına tecavüz edilmişti.
Aslında Balkanlar’da halklar arasındaki sorunların temeli Osmanlı egemenliği döneminde atılmıştı. Osmanlı döneminde Balkan halklarının yerleri değiştirilmiş, bir bölümü de Müslümanlaştırılmıştı. Osmanlı asıl olarak Müslümanlaştırmış olduğu Boşnakları ve Arnavutları kollamış ve bölgedeki egemenliğini esasen onlara dayandırmış, Sırplar ise Kosova’dan sürülmüş ve yerlerine Arnavutlar yerleştirilmiştir. Böylece halklar arasında ilk husumet Osmanlı egemenliği döneminde ekilmiştir. 1912 yılında başlayan Balkan savaşı emperyalistler için Birinci Dünya Savaşı öncesi bir prova olmuştur. Bu savaşta Balkan halkları yine birbirine düşürülmüş, yüz binlerce insan ölmüştür. Birinci Dünya Savaşının ardından sınırlar emperyalistlerin çıkarları temelinde yeniden çizilmiş ve iç içe yaşayan halkların suni olarak bölünmesi sorunu iyice derinleştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı verilen ortak devrimci mücadele halkları yakınlaştırmış ve savaşın sonunda Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti kurulmuştu. Halklara kendi kaderlerini tayin haklarını tanıyan, her ulusal grubun kendi dilinde eğitim yapmasına, kültürünü geliştirmesine, kendi basınına, radyo ve televizyonuna sahip olmasına olanak tanıyan, üst düzey devlet görevlerini federasyonu oluşturan farklı ulusların temsilcilerinin dönüşümlü olarak yürütmelerini öngören bir anayasa oluşturulmuştu. Ne var ki, zaman içinde bürokratik diktatörlük kendini hâkim kıldıkça anayasada yer alan maddeler kâğıt üzerinde kalmış, fiiliyata geçmemişti. Dolayısıyla Yugoslavya’nın varlığını devam ettirdiği 1945-1992 yılları arasında halklar bir arada yaşasa da sorunlar yok olmamış, bastırılmakla yetinilmişti.
“İşçi devleti” kılığında varlığını sürdüren, gerçekte ise tıpkı SSCB gibi despotik-bürokratik bir diktatörlük olan Yugoslav devletinin çözülmesiyle birlikte emperyalistler bu çelişkili sürece dâhil oldular ve ardından gelen katliamların yaşanacağı süreci doğrudan emperyalist hegemonya mücadelesi belirledi. Daha Yugoslavya çözülme sürecindeyken Alman emperyalizmi Hırvatistan ve Slovenya’yı kendi nüfuz alanı haline getirmek üzere hamlesini yapmıştı. Yugoslavya dağıldığında ilk bağımsızlığını ilan edenler bunlar olmuş ve Almanya’nın arzusu gerçekleşmişti. Hırvatistan ve Slovenya Almanya’nın nüfuz alanı olarak şekillenince, dünya jandarmalığını kimseye kaptırmak istemeyen ABD emperyalizmi sürece Bosna-Hersek üzerinden dâhil olmuş, bölünmeyi ve savaşı sürdürerek bir taraftan Almanya’nın etkisini kırmaya çalışmış, diğer taraftan da süreci kendi lehine değiştirmiştir. İlerleyen dönemde BM “Barış Gücü”nün yerini NATO almış, böylece soğuk savaşın sona ermesiyle misyonunu yitiren NATO bu süreçle birlikte ABD’nin hegemonya yarışında en önemli araçlarından biri olarak yeniden işlevli hale getirilmiştir. Yine bu sürece Rusya ve Çin Sırbistan’ı destekleyerek eklemlenmişlerdir.
Balkan halklarının kanı üzerine kurulmuş bu emperyalist denklem, hegemonya yarışının kızışmasıyla birlikte daha karmaşık bir hal almıştır. Bu çekişme şimdilerde Kosova üzerinde yaşanmaktadır. Kosova 2008 Şubatında bağımsızlığını ilan ettiğinde, başta ABD ve Türkiye Kosova’nın bağımsızlığını hemen tanımış, Çin ve Rus emperyalizmi ise Sırbistan’dan yana tavır koyarak Kosova’nın BM tarafından tanınmasını engellemişlerdir.
Bu sürece alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye de bölgedeki tarihsel bağları üzerinden dâhil olmaktadır. Savaşın başından beri bölgeyi yakından izleyen Türkiye, emperyalist planları doğrultusunda hem NATO bünyesinde hem de BM bünyesinde bölgede asker bulundurmaktadır. Son olarak 11 Temmuzda yapılan anma törenine başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın da katılıp timsah gözyaşları dökmesi, Türkiye’nin Balkanlar’a yönelik emperyalist hesaplarıyla doğrudan ilişkilidir.
Enternasyonalle kurtulur insanlık
Kapitalizmin krizi derinleştikçe emperyalistler arasındaki rekabet gittikçe kızışıyor. Emperyalistler her türlü ulusal, etnik ve dinsel farklılığı kendi çıkarları doğrultusunda kışkırtarak buradan nemalanmaya çalışıyorlar. Nitekim Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar olan birçok bölgede ulusal sorunları kendi çıkarları doğrultunda kaşımaya, yönlendirmeye uğraşıyorlar. Örneğin ABD güya Kosova’nın özgürlüğünü savunuyor ve Sırbistan tarafından ezilmesine karşı çıkıyor, ama on yıllardır kangrene dönüşmüş bir sorun olarak ortada duran Filistin’in İsrail tarafından ezilmesi ve özgürlüğü sorununda tam tersi bir konumlanış içinde. Veyahut Çin Sırbistan’ı desteklerken kendi ezdiği Uygurları gözü görmüyor. Keza Rusya Sırbistan’ı kolluyor ama Kafkas halklarına zulmetmeyi sürdürüyor. Ya Türkiye’ye ne demeli? Kendi içindeki Kürt sorununu unutup dünyaya “barış” dağıtmaya soyunuyor! Üstelik emperyalist açlığını Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya her yere el atmaya çalışarak gösteriyor. Tüm bunları yaparken gerçek niyetlerini insancıl kılıflara bürümeyi ihmal etmiyor elbette.
Diğer taraftan milliyetçilik yükseltilerek kitleler burjuvazinin emperyal politikalarına alet edilmeye çalışılıyor. Nasıl Sırp egemenleri Sırp emekçilerini “Büyük Sırbistan” hayali ile Boşnaklara, Hırvatlara karşı kışkırtıyorsa, Türkiye de “Güçlü Türkiye” hayaliyle emekçileri bölge halklarına karşı kışkırtmaktadır. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı burjuvazinin işçi-emekçi kitleleri savaş cephesine sürmekte kullanacağı en temel araçtır.
Kapitalist kriz derinleştikçe, burjuvazi, olabilecek toplumsal patlamalara karşı bu araca daha sıkı sarılmakta, böylece emekçi kitlelerin gerçekleri görmelerini engellemeye çalışmaktadır. Milliyetçilikle, şovenizmle gözü kör edilen emekçi kitleler gerçek düşmanın kim olduğunu göremezler. Nitekim krizin yükü sırtlarına yıkılan emekçiler, sorunun kapitalizmden değil de burjuvazinin düşman olarak gösterdiği unsurlardan kaynaklandığı yanılgısına düşüyorlar. Bu düşman kimi yerde ulusal bağımsızlık mücadelesi veren bir halk olurken, kimi yerde göçmen işçiler, kimi yerde solcular, komünistler oluyor.
Kapitalist sistem var olduğu sürece savaşlar, katliamlar bitmeyecektir. Kapitalizme karşı halkları, emekçileri birleştirecek, sömürüye karşı örgütleyecek ve kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderecek olan işçi sınıfının enternasyonal mücadelesidir. Tarihte bunun örnekleri de mevcuttur. Balkan halklarının İkinci Dünya Savaşı sürecinde faşizme karşı verdiği mücadele halkları birbirine yakınlaştırıp kaynaştırmıştır. Yine İspanya iç savaşında, Avrupa’dan Amerika’ya birçok ülkeden İspanya’ya sınıf kardeşlerine yardıma gelen emekçiler, aynı bayrak altında faşizme karşı mücadele vermişlerdir.
Halkları birbirine kaynaştıran ve şovenizme karşı panzehir görevi gören enternasyonalizmin ilkelerinden biri de ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmaktır. Nitekim Ekim Devrimi gerçekleştiğinde bir numaralı kararname ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıydı. Bu kararname sonucunda Finlandiya ve Polonya bu hakkı ayrılma yönünde kullanmış ve kendi ulus-devletlerini kurmuşlardı. Böylece yıllardır egemenlerin Rus ve Fin halkı arasında yarattıkları husumetler ortadan kalkmış, Finli emekçiler devrime büyük bir sempati beslemişlerdi.
İşçi sınıfının birliği farklı ülkelerin işçileri arasında her türlü ırksal, dinsel, mezhepsel ayrımların ortadan kalkmasına bağlıdır. Sınıf devrimcilerine düşen görev bu ayrılıkların panzehiri olan enternasyonal mücadeleyi yükseltmektir. Kokuşmuş, çürümüş kapitalist sistem yıkıldığında ve yerine sömürünün, savaşların olmadığı özgür bir dünya kurulduğunda, Srebrenitsa’da ve haksız savaşlarda evlatlarını kaybedip gözleri ağlamaktan kurumuş emekçi anaların yanan yüreğine de serin bir su serpilmiş olacaktır.
Hakan Sönmez (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no: 77, Ağustos 2011)