Türkiye bir A.Ş gibi yönetilmek isteniyor, bir aile şirketi gibi.
T.C.A.Ş
Fikret Başkaya
Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, Balıkesir’de iş adamlarına yaptığı konuşmada: “Sizden benim bir istirhamım şudur: Yeni Türkiye’yi, başkanlık sistemini, yeni anayasayı her fırsatta milletimize anlatmanızdır. Sizler bir işadamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz”. Aslında Türkiye hayli zamandır bir anonim şirket (A.Ş) gibi yönetiliyor ama o kadarı bile yeterli sayılmıyor. Türkiye’yi bir aile şirketi gibi yönetmek istiyorlar ve Erdoğan işadamları adına konuştuğunun farkında. O zaman amaç hasıl olacak. Onun için de hâlâ kendileri için ayak bağı olan sınırlı hukuk kırıntılarını ve düzenlemeleri tasfiye etmeyi amaçlıyorlar. 12 Eylül anayasından da şikayetci. Yeni anayasadan amaç, hukuku külliyen gündem dışına atmak! Zaten kapitalizm yasal mafyadır. Yasallık ortadan kaldırıldığında kapitalizm yasal olmayan gerçek mafyaya dönüşür… İşte amaç tam da öyle bir dönüşümü gerçekleştirmek.
AKP adına yaptığı mitinglerde de iktidar partisi için 400 milletvekili isteğini sürekli tekrarlıyor. Anayasayı açıkça ihlâl ediyor ve “saf kapitalizmi” dayatmak için güdük hukuk sistemini ve temayülleri çiğnemekte bir sakınca görmüyor. Eğer AKP tek başına anayasayı değiştirecek sayıda milletvekili çıkarırsa, mevcut oldu- bitti, yaptım- oldu fiili durumu yasallıkkazanacak. Sömürü, yağma ve talanın önündeki sınırlı engeller de ortadan kalkacak. Mafya rejimi “normalleşecek” ve işte o zaman T.C. “sıçrayacak”… Aslında sıçrayanın kim olduğu da sır değil…
Peki neden böyle oldu, oluyor? sorusuyla devam edebiliriz. Bunun için de kapitalizm, onun şimdilerde geçerli versiyonu olan neoliberalizm ve devlet konusunda netleşme gerekiyor. Tabii böyle kısa bir yazıda bu üçüyle ilgili yeterli açılımlar yapmak mümkün değildir ama yine de bir özet denemesi yapabiliriz.
Herhalde bundan 20-30 önce bir cumhurbaşkanının ağzından böyle bir söz çıksaydı, bu tam bir skandal olurdu, hayra yoran pek olmazdı. Şimdilerde böyle şeyler rahatlıkla söylenebiliyor. Zira neoliberal küreselleşme çağında her şey özelleştirildi ki, buna devletler de dâhil. Kapitalizm sadece bireyleri değil, devletleri ve onu oluşturan tüm unsurları da bir kapitalist işletme gibi davranmaya zorluyor. Kendi mantığını istisnasız her şeye dayatıyor. Artık devletin de bir şirket gibi görülmesi ve öyle işlemesi mümkün hale geliyor. Velhasıl atı alan Üsküdarı geçmiş sayılır. Netice itibarıyla devlet de piyasa aktörlerinden biri veya devlet ve sermaye bir ve aynı şey…
Devlete dair rivayet muhteliftir ve ekseri devletin kamu yararını gözeten, öyle işleyen, işlemesi gereken bir kurum olduğu var sayılır. Oysa devlet tarih sahnesine çıktığı günden beri, mülk sahibi sınıfların, özel çıkarların hizmetinde oldu. Eğer devlet olmasaydı, herkese ait olanın, kamuya (socium) ait olanın, hiç kimsenin olmayanın, dolayısıyla herkesin olanın özel şahıslar tarafından sahiplenilmesi, yağmalanması, talan edilmesi, özel mülk kategorisine indirgenmesi mümkün olur muydu? Devletin başlıca amacı “güvenliği” sağlamaktır ama orada söz konusu olan her zaman mülk sahipleri sınıfının güvenliğidir. Ve mülk sahibi sınıfların güvenliği halk çoğunluğunun “bastırılmasını”, baskı altına alınmasını varsayar. Başka türlü söylersek, devlet mülk sahibi egemen sınıfların servetini korumanın ve çoğaltmanın bir aracıdır. Kibarca “özelleştirme” dediklerinin ne anlama geldiğini hiç düşündünüz mü? Özelleştirme toplumun ortak sahiplenip-kullandığı şeylerin, müştereklerin, özel servete dönüştürülmesidir. Halka ait olanın çalınması, gasp edilmesidir. Ne demek istediğimi anlamak için etrafa şöyle bir bakmak yeter. Hâlâ gasp edilmemiş bir şey bıraktılar mı? Bu kapsamlı gasp, yağma ve talan operasyonu nasıl ve kimin sayesinde gerçekleşti? Devletin dahli olmadan bunu yapabilirler miydi? Özelleştirilmeyen bir tek hava kaldı. Şimdi sıra onda … Her halde havayı özelleştirmenin de bir yolunu düşünüyorlardır… Yaşam kaynaklarına yönelik saldırıya karşı direnen köylülere, çiftçilere, işçilere, akademik özerklik isteyen öğrencilere, demokratik değerlere ve özgürlüklere sahip çıkan aydınlara… polisin, jandarmanın nasıl saldırdığı, kimin adına saldırdığı ortada değil mi? Artık neoliberal çağda mülk sahibi sınıfların “özel güvenlik güçleri” var. Özel güvenlikçiler zenginleri koruyor, devletin askeri, polisi jandarması da yoksulları, emekçileri ezmek için…
Aslında kapitalizmin aslına rücu etmesi, devletin de asıl işlevine rücu etmesini gerektiriyor. Bu amaçla devleti yeniden dizayn etmeleri gerekiyor onun için de anayasadan başlayarak her şeyi değiştirmek istiyorlar.
Kapitalizm bir meta uygarlığı, ücretli emeğin sömürüsüne dayanıyor. Fakat sadece o kadar değil, kapitalizm aynı zamanda mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir. Her ileri aşamada, küçük çiftçiler, küçük esnaflar, serbest meslek sahipleri, vb. üretmek ve yaşamak için gerekli kaynaklardan mahrum ediliyor. Başka türlü söylersek, sürekli bir mülksüzleştirme-proleterleştirme süreci işliyor. Vahşi rekabetten ötürü sermayenin sürekli büyüme zorunluluğu var, bu da ücretleri düşük tutmayı gerektiriyor. Zira ücret ne kadar düşükse, kâr o kadar büyüktür. Netice itibariyle bir tarafta devasa servetler, zenginlik birikirken, diğer tarafta yoksulluk ve sefalet derinleşiyor. Aşırı kâr etme gereği doğaya verilen zararlar da bir sorun olarak görülmeyince, sürekli büyüyen sosyal kötülüklere ( işsizlik, açlık, yoksulluk, evsizlik, yetersiz beslenme, sefalet, pisikolojik-moral sorunlar,vb.) bir de doğa tahribatı eşlik ediyor.
Gerçek durum böyledir ama ekonomik büyüme sayesinde sorunların çözüleceği söyleniyor ve bu yalana inananlar az değil. Oysa, büyüyen sermaye ve sermayenin büyümesi de insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Sosyal ve ekolojik sorunların sürekli büyüdüğü koşullarda, faşizmin farklı versiyonlarını dayatıyorlar, çatışmaları körüklüyorlar, savaşlar peydahlıyorlar. Tabii bu arada demokrasiden, demokratikleşmeden de çok söz ediliyor…
Neoliberalizm kapitalizmin “yapısal krizinin” ardından (1974-1975) özellikle de 1980 sonrasında geçerli olan reel kapitalizmin yeni adı. Kapitalizmin yeni karşı-saldırısı. Buna küreselleşme de deniyor ama en azından “yeni emperyalizmi” veya “kolektif emperyalizm” denmesi gerekirdi. Neoliberalizm demek, sermayenin hareketini sınırlayan, zorlaştıran tüm düzenlemelerin tasfiye edilmesi demek. Sınırsız sömürü, yağma ve talanın önünü sonuna kadar açmak demektir. İşçi sınıfı başta olmak üzere, bir bütün olarak ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından kazanılmış mevzileri geri almak, yenilerini kazanmak demektir. Geleneksel olarak mevcut olan sınırlı korumaları da tasfiye etmektir. Velhasıl özel mülkiyete dönüştürülmemiş hiçbir şey bırakmamaktır. Ekolojik yıkımın derinleşmesidir. Güdük demokrasi pratiğinin de tasfiye edilmesidir… İnsanların kaderini bu dünyada reel bir karşılığı olamayan “serbest piyasa ekonomisi” denilene bırakmaktır. Nitekim, ekonomik büyümeyle kalkınma arasında bir özdeşlik varsayıldığı gibi, piyasa ekonomisiyle demokrasi arasında da bir özdeşlik varsayılıyor… Oysa bunun tam tersi geçerlidir. Zira piyasa ekonomisi denilen yerde dev sermaye tekellerinin borusu ötüyor. Kaldı ki, kapitalizm demokrasinin inkârıdır.
Cumhurbaşkanı aynı yerde yaptığı konuşmada, Türkiye’de Kürt sorunu diye bir şeyin olmadığını da söylüyor. Şahsen öyle bir şey vardır dediğim için hakkımda onlarca dava açılmış, iki kere ağır hapis ve para cezasına çarptırılmış biri olarak, boşuna hapislerde yattığımız anlaşılıyor… Eğer öyleyse neden sabahtan akşama “barış süreci” deyip duruyorsunuz?
İnsanın aklına bu ülkeyi neden bu kadar kolay yönetebiliyorlar, bu halkı neden bu kadar kolay aldatabiliyorlar sorusu geliyor. Tabii, politik kültürün bu kadar “azgelişmiş”, yurttaş bilinci taşıyanlar da bu kadar az olunca, “köpeksiz köyde değneksiz gezmek” neden mümkün olmasın?
Bu yazı ilk olarak Özgür Üniversite web sitesinde yayınlanmıştır.