Çocuklarımıza tabiat dediğimiz eseri dışarıdan göstermemeliyiz. Onlar da içinde olmalılar. Çünkü doğadan öğrenecekleri dersler onların kalpleri için gerekli…
Bir zamanlar köylerimizden, kasabalarımızdan kalkıp şehirlere geldik. Çocukluğumuza ait anılarımızda ağaçlar, tarlalar, leylekler, çobanlar, dereler ve renklerin gerçek halleri var. Geçmişin o çocuklarından biri olarak o günlerin hayali ile huzur buluyorum uyumadan önce.
Sabah kuş sesleri ile uyandığımda, pencereden bahçemizdeki ağaçları görürdüm. Yağmur yağdığında yağmurun sesini, tanelerinin ağaç yapraklarına düşmelerinden tanırdım; cama, kiremite, betona değmeden önce. Gece olunca kavak ağacımızın yapraklarının rüzgardaki hışırtılarının ninnileri ile uykuya dalardım. Ama şimdi şehirde ne yağmurun sesi var, ne de penceremde ağaçların görüntüsü. Yağmurun ve ağacın getirdiği hisler de artık o günlerdeki gibi değil. Tabiatın gurbetteki evlatları gibi hissediyorum kendimi bazı zamanlar. Yeşil ve canlı olan her şey ben çocukken yanı başımdaydı. Buğday tarlasında yere uzanıp başakların arasında kaybolduğumda saatlerce gökyüzünü seyrederdim. Bazen yeşil bazen sarı başakların üzerinden kah beyaz bulutlar, kah gri bulutlar geçip giderdi ben onların altında iken. Orada bundan başka isteyebileceğim başka bir şey olmayacağını düşünürdüm; basit ama, derin bir lezzetin içinde. Oysa artık insanı hiçbir şey tatmin etmiyor. Yağmurun altında sırılsıklam olurduk ıslak tahıl kokan tarlalarda. Gök gürültüsü ve şimşeklerden korkardık ama, saygıyla karışık bir korku idi o; babamızdan azar işitmiş gibi. O tanıdık ve sevdiğimiz bir sesti. Toprağın kokusu çocuk zihinlerimize işlediğinde bu kokunun içinde o tarladaki anlarımı da saklardım kendime.
Babamla birlikte güneşin batışını, ta ki o, dağın ardında kaybolana kadar seyrederdim. Ama şehrimde güneş, apartmanların ardında kayboluveriyor. Evimizin arka tarafındaki dağın ardından doğan güneşin aydınlattığı yeni bir günde bitkilerin topraktan çıkışına şahit olurdum bahçemizdeki karıncalarla birlikte. Otlar, karıncalar, ağaçlarımız, yetiştirdiğimiz çiçekler ailemizden biriydi. Onlara bir zarar geldiğinde üzülürdük. Kar yağdığında annemin kuşlar için ekmek kırıntılarını karla kaplı bahçeye serpiştirdiğini, bir armut ağacını kurumaktan kurtarmak için uğraştığımızı hiç unutmadım.
Kitaplarda okuduğum eski kaşiflere özenip keşiflere çıkardım arkadaşlarımla. Küçük patikaları takip ederek yakındaki dağlara ulaşırdık. Çobanlar olurdu orada, koyunları, beyaz ve şirin kuzuları gördükçe masumiyetin anlamını en somut hali ile öğreniyorduk. Tabiatta ne kadar yufka yürekliydik, su birikintilerine düşen böcekleri büyük bir kahramanlık duygusu ile kurtarırdık. Bir hayatın kurtarılışının ne olduğunu hissederdim. Çünkü canın büyüyü küçüğü olmaz demişti öğretmenim. Okuldaki öğretmenini, günlük hayatta ağaç yetiştirirken gören bir çocuk için tabiat, duyguları ve hisleri öğretebilen bir öğretmendi. Bu günlerde dağlar şehrin çocuklarının gözlerine, ağaçlar da öğretmenlere çok uzak.
Her Pazar ailecek gittiğimiz, dağdaki zeytinliğimizde ebeveynlerimiz çalışırken, kardeşimle derede balıklarla ve kurbağalarla birlikte yüzerdik. Asla bir akvaryum alma ihtiyacımız olmadı. Yol boyunca çiçeklerin, yabani otların isimlerini öğrenirdik anne babamızdan. Başkalarının yabani bitki dediği otlar bizim için tanıdık varlıklardı. Kentin çimeni olan parklarında yere uzandığımda o günlere ait pek çok şey yok artık. Kulaklarımda, gözlerimde, dilimde ve ellerimde olan hayat çocukluğumdaki kadar dupduru değil şimdilerde. Tabiat denen o kusursuz, çok ince sanatlı, çok renkli ve akıllara durgunluk, yüreklere huzur veren güzellikte ki tabloyu çocukken, dışından seyretmedim, bizzat içinde olduğumu bilirdim. Dışarıdan bakınca ona çerçeveler yaptık duvarlarla, evlerle, binalarla, yollarla. Resimlerini astık odalarımıza. İçinde olmayı hayal edip, yakalayamadığımız tatmini bulmak için.
Çocuklarımıza tabiat dediğimiz eseri dışarıdan göstermemeliyiz. Onlar da içinde olmalılar. Çünkü doğadan öğrenecekleri dersler onların kalpleri için gerekli akıllarından ziyade. Tabiatla kol kola olmak yaşama saygıyı getirecektir. Hayat orada her anı ile gözlerinizin önünde cereyan eder ve insan yüzlerce mucizeye tanık olur. Tabiatla dost bir insan, bir çiçeği dahi koparamaz. İnsan dostuna zarar verir mi? Bir karıncayı ezmemek için yolunu değiştiren bir insan başka bir insana, denize, toprağa, hayvanlara zarar verebilir mi? Büyük bir parçamızı çocukluğumuzda, tabiatın saflığında bırakıp geri kalanı ile sosyal hayatımıza devam ediyoruz. Bu tarz hayat toplumu mutlu etmiyor.
Doç. Dr. Berkay CAMGÖZ