– Yolların yapılması için harcanan milyonlarca dönüm toprak, ormanlık arazilerin yok edilmesi.
– Köprülerin yapılması için geçen güzergahlarda yaşanan toprak ve ormanlık alan kayıpları, ortaya çıkan rantın oluşturduğu fırsatçılıklar.
– Hava kirliliği, malum CO2 salınımları ve sonuçları.
– Ardı arkası kesilmeyen kazalar, binlerce insanın ölümü, yıkılan ocaklar, dramlar ve milyarlarca liralık maddi hasar.
– Petrol bağımlılığı.
– Dış ticaret açığına otomobil sektörünün büyük etkisi.
– Sağlıksız toplum, sinirli, gergin, tahammül sınırları zayıflamış asık surat ve çatık kaşlı insanlar.
– Binaların ve arabaların arasında sıkışıp kalmış yayalar, oyun alanları gasp edilmiş çocuklar.
– Neredeyse her alanın araba yolları ve otoparklar için kullanılması nedeniyle doğasından uzaklaştırılmış kentli.
– Kaliteli toplu ulaşımların yol açabileceği sosyalleşme imkanlarından uzak yalnız ve bencil milyonlarca insan.
Otomobil trafiği üzerine kurgulanan yaşamlar neye mal oluyor?
Eski köy minibüslerini hatırlasanıza, karda tipide köye ulaşmaya çalışan insanlar sohbet ederler, dertlerini sevinçlerini birbirlerine anlatırlardı, evleneceğin kızla minibüste tanışırdın, ihtiyacı olanlara yer verilir, kalpten kalbe duygu akışı yaşanırdı. Herkesin anlatacak bir yol hikayesi olurdu. Karşı yamaçta ürkek adımlarla koşturan bir tilki, tavşan, kurt, sincap görüldüğünde herkes cama yapışır görmeye çalışırdı. Artık bırakın karşı yamaçta koşturan hayvan dostlarımızı, gökyüzünü bile göremiyoruz şehirlerde. Peki bütün bu olumsuz sonuçlara rağmen arabalardan neden vazgeçemiyoruz? Bu sorunun kaynağına inmek için özellikle Türkiye’de yaşamın köylerden kentlere neden kaydığına bir göz atalım. 13 milyonla yola çıkan Cumhuriyet nüfusu, savaşların sona ermesi ve dünyada görece refah seviyesinin yükselmesiyle hızla artış gösterdi. Nüfus arttıkça köylerdeki araziler kardeşlere yetmemeye başladı. Memleketlerinde mutlu olamayan, iş alanı ve sosyal yaşam bulamayan köylüler kontrolsüzce şehirlere geldiler.
Taşı toprağı altın olan İstanbul bu süreçte en fazla göç alan il oldu.
Köy enstitüleri yerel kaynakları harekete geçirmek, modern tarım tekniklerini, bilimi, eğitimi ,sanatı, turizmi, sosyal yaşamı köylere getirebilecek bir projeydi. Ancak dönemin yöneticileri, kız ve erkek öğrenciler aynı sınıflarda derse giriyor, aynı yurtlarda kalıyorlar vs. bahaneleriyle ve muhtemelen dışarıdan bazı güçlerin balık tutmayı öğrenmek isteyen halklara her seferinde ucuza balık verme tuzağına düşerek bu aydınlanma girişimini engellediler. Sonraki yıllarda köyler iyice boşalarak kentler doldu.
Merdiveni çıktıktan sonra itmeyi alışkanlık haline getiren Avrupa, kendi halkları için yerleşim yerlerinde yaşamı yayalara ve bisikletlilere göre düzenlerken, ürettikleri arabaları bizim gibi 3. dünya ülkelerine satmayı amaç edindiler. Medya ve reklam dünyası kentlere doluşan insanların beyinlerini tüketim için sürekli yıkadı, tüketmeyen insanlar bir süre sonra nefes alamadıkları yanılsamasına düşmeye başladılar.
Sistem, “ne kadar tüketirsen benim için o kadar değerlisin” mesajını durmaksızın aşıladı. Bu mesaja layık birer ‘tüketici’ olmak için herkes canla başla tüketti. Özellikle erkekler araba hayalleriyle yanıp tutuşmaya başladılar, arabanın anahtarı olmadan tuvalete bile gidemeyen, kimlik ve özgüven sorunlarını araba anahtarı üzerinden hafifletmeye çalışan garip bir kitle ortaya çıktı. Araba, araba olmaktan çıkıp insanı hapseden bir meta olmayı başardı. Bir takım medya ikonlarına tanrı diye tapınan ve alışveriş merkezlerini tapınak olarak kullanan kitle yaratılmış oldu. Köylerinden, yaşamın derinliğinden, doğalarından, ait oldukları topraklardan kopup gelen milyonlarca insan araba almayı yaşamlarının en temel görevi ve var olma nedeni saydılar.
Marks’ın söylemiyle izah edersek “arabaların dünyası büyüdükçe insanların dünyası küçüldü”
Otomobil markaları araç, yedek parça, aksesuar satışlarından, uluslararası sigorta şirketleri kaskolardan büyük paralar kazandılar. Devlet de kaymağın tadını almıştı bir kere, araba sevdalıları %60’ları geçen vergiler ödediler, dünyanın en pahalı yakıtını kullandılar. Trafik sigortaları, trafik cezaları, otoyol ücretleri, köprü ücretleri devletin kasasına sürekli para taşıdı. Dev bir istihdam alanı da adım adım yaratılmış oldu.
Vazgeçilmesi ‘çok zor’ bir süreç başlamıştı artık.
Deniz ulaşımı, raylı sistemler, insanların kendilerini özel hissedecekleri, sosyalleşebilecekleri toplu taşıma imkanları hep ikinci plana itildi, devletin kolay para kazanması karşılığında ödediğimiz bedel hayatlarımız ve geleceğimiz oldu.
Toplu taşıma araçları Türkiye’nin kendi imkanları ve kaynaklarıyla üretilebilir ve şu anki istihdamın belki daha fazlası yaratılabilirdi. İnsanların özel araçlarını en az kullanma ihtiyacı duyacakları sistemler geliştirilebilirdi.
Ama herkes günü kurtarmayı seçti. Medya ve reklam dünyası bunu pompaladı. “Ey TÜKETİCİLER Kendi arabanıza sahip olmalısınız…” Toplum o kadar şartlandırıldı ki, arabası olmayana adam gözüyle bile bakılmadı.
İstanbul’da 2007 seçimlerine 6-7 ay kala, ölümle sonuçlanan birçok kazanın (inşaat sonrasında ve esnasında) yaşandığı hummalı bir çalışmayla metrobüs denen bir yöntem geliştirildi.
Engelli vatandaşlarımızın kullanamadığı, kesinlikle araç trafiğinde bir azalmayı sağlamayan ve kesinlikle yayaların kendilerini bırakın özel hissetmelerini insan bile hissetmedikleri bir çözüm oldu bu.
Neden?
Amaç gerçekten sorunu çözmek değildi. Allah razı olsuncuların oylarını almaktı ve bunu da başardılar. Tek başına metrobüs, muhatabı olduğu partiye ortalama %7 oy kazandırdı. Oysa bu dahiyane çözümü bulanlar tam 20 yıldır şehri yönetiyorlardı ve 20 yıldır İstanbul’da yaşayan insanlar trafikten sinir krizleri geçiriyordu.
Peki çözüm için neden gerçek adımlar atılmıyor, Türkiye’nin en büyük terörüne neden kimse gerçekten dur demek istemiyor?
Çözüm nedir? Öncelikle büyük şehirlere olan göçü durdurmak, geriye göçü başlatabilecek projeleri samimi olarak hayata geçirmek ve insanların özel arabalarını en az seviyede kullanacakları alt yapıları tasarlamaktır. Bu aynı zamanda başka alanlarda yaşanan sorunların da önüne geçebilecektir. Yaptığın proje trafikteki araba sayısını azaltmıyorsa hile ve yama yapıyorsun demektir.
Bugün TEM karayolunu görenler vay bee! rahmetli Turgut Özal ne büyük adammış, bugünkü trafiği o zamandan görüp yolu yapmış diyorlar. Evet Özal bugünkü trafiği çok net görüyordu. Amerikan, Japon, Fransız, İngiliz otomobil lobileriyle anlaşmaları yapmıştı, Türkiye’de açılacak fabrikalar karşılığında iç piyasaya sürülecek araba sayısı tahmin edilmişti ve bunun alt yapısı hazırlanmalıydı.
Bir yandan medya, reklam ve bankalar şeytan üçgenine pazarlama için talimat verildi diğer yandan da bu arabaların gezinmeleri için yollar yapılması gerekiyordu. Öyle de oldu…
Aynı mantıkla, aynı kurnazca gerekçeyle (“Sürekli araba satılıyor, bu hızla gidersek köprüler kesinlikle yetmeyecek.”) 3. köprüyü yapmaya kalkışıyorlar. Bağlantı yollarını yapmışlar bile.
Araba satışlarını durdurmayı ya da azaltmayı kimse aklının ucundan bile geçirmiyor. Yaşam biçimlerinin değişebilir olduğunu hiç kimse hesaba katmak istemiyor.
Araba sorunu artık bir demokrasi sorunu oldu mu?
Kesinlikle evet. Fransız ihtilalini yapan isyancılar yayınladıkları ilk bildirgede, “bir insanın özgürlüğü diğer insanın özgürlüğünü kısıtlayana kadar geçerlidir” demişlerdir. Bu ilke daha sonra BM tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de aynen kabul edilmiştir.
Oysa arabalarıyla trafiğe çıkmakta ısrar edenler arabası olmayanların işlerine, evlerine, sosyal aktivitelerine, arkadaşlarına kavuşmalarını engelliyorlar. Yayaların, çocukların özgürlüğü düpedüz kısıtlanıyor. Özel araçlarla seyehati gereksiz ya da minimum kılacak tedbirleri almayan devlet denen organizma vatandaşına özgürlük alanları yaratacakken işleri çıkmaza sokuyor, hazır para kazanabilmek için hayatlarımızı kullanıyor. Devletin özgürlüğü halkının özgürlüğünü kısıtlıyor. O halde bunu sorgulamamız gerekir. Devlet eğer halkına bu özgürlüğü sağlamıyorsa suç işliyor demektir.
Peki bunların bedelini sorumlulara neden ödetemiyoruz ve hakettiğimiz icraatları gerçek manada neden alamıyoruz?
Seçimlere giriyoruz, demokratik sistemlerde oy kullanan herkesin oyları eşit olduğu için sonuçlara herkes razı olmak zorunda. Hile tam da burada yatıyor. Demokrasiyi bir kılıf olarak kullanan uyanıklar yalnızca oy verme hakları eşit olan insanların diğer tüm alanlardaki eşitsizliğine hiç vurgu yapmıyorlar.
Oyları veren insanların oyları eşit, peki ya yaşam koşulları eşit mi?
Aldıkları eğitim, kazandıkları para, fırsat eşitliği var mı?
Kendilerine sunulan imkanlar eşit mi?
Algılama seviyeleri eşit mi?
Kapitalist medyanın, bu medyanın can damarı reklam dünyasının bombardımanına durmaksızın maruz kalan, devlet tarafından her fırsatta karalanan, dövülen, sövülen, oluşturulan korku imparatorlukları içinde hayatta kalmaya çalışan insanların seçme iradeleri sağlıklı olabilir mi ve bu insafsızlıklara aynı oranda maruz kalmayan farklı insanların oyları aynı olabilir mi?
Hayatı yalnızca, okuduğu yandaş (o yan ya da bu yan) gazetelerin omurgasız yazarlarından, ilkesiz televizyonların zekalarımızla dalga geçen programlarından öğrenen, izlediği ve yaptığı tek spor futbol olan, alışveriş yaparak bir çeşit doyum yaşayan aptallaştırılmış bir kitlenin seçtiği hükümetler sizce sorunlarımızı çözebilir mi? Elbette hayır, sonuç ortada zaten.
Bizim gibi ümmetçi gelenekten gelen cemaat toplumlarında uygulanan demokrasilerde insanların yalnızca oyları eşittir, onun dışında hiçbir şey eşit değildir. Adalet hakları bile…
Bugüne kadar Türkiye’ye hangi hükümetler geldiyse (Yabancı ülke ve derin devlet yapılanmalarının manipülasyonlarını saymazsak) tamamı halkın genel yapısını yansıtıyordu.
İktidarda olanlara sahtekar diyorsak aslında sahtekar olan onları seçen halk, bunlar kaba saba diyorsak halk da öyle, bu insanlar işlerine geldiğinde müslüman, işlerine geldiğinde adaleti savunuyorlar, yalan söylemekten kaçınmıyorlar diyorsak halkın da aynısını yaptığından hiç şüpheniz olmasın. Eğer iktidarları gerçekten halklar seçiyorsa “iktidarına bak, halkını al” diyebiliriz.
O halde şu sonuca ulaşabilir miyiz?
Demokrasiler, fırsat eşitliğinin, adaletli bir yapının, adaletli gelir dağılımının olduğu, insanların kitap okuduğu, sorguladığı, belgesel izledikleri, seyahat edip başka hayatları görebildikleri imkanların sağlandığı, kalkınmanın tüm bölgelere yayıldığı, kültürel ve sosyal projelerin yine her bölgede canlı tutulduğu, insanların gelecek korkusuyla terbiye edilmediği, en temel insani ihtiyaçlarından mahrum bırakılmış insanların çeşitli yobaz oluşumlara ve kişilere teslim edilmediği bir ortam sağlanırsa ancak amacına ulaşabilir ve anlamlı olabilir.
Sonuç olarak trafik sorunu, yalnızca trafik sorunu değildir.
Gücünün farkında olan, iktidar yavşaklığı ve sümsüklüğü yapmayan, maruz kalınan hakaretlere, hor görülmeye, aşağılanmaya rağmen Allah razı olsun demekten vazgeçip sorgulayan, eleştiren, değiştirmek isteyen, eşitlik vurgusunun yalnızca seçimden seçime yapıldığı kirli oyunu gören iradeli bir halk ve elbette böyle bir halkın bağrından çıkacak, halkının hizmetinde gerçek bir iktidar bu sorunların tamamını çözebilecektir.
Aksi halde daha çok saç baş yolarız, sürekli n’olacak bu İstanbul trafiği diye homurdanıp dururuz.
İyi homurdanmalar, iyi uykular halkım.
Hakettiğin kadarını alıyorsun, olduğun kadarını seçiyorsun. Nazlanma, itekle öndekini bin metrobüsüne…
Deniz KARTAL
Ocak 2013
www.dunyalilar.org