Arka Bahçemiz

Tüketim ve Özgürlük İlişkisi

KİTLESELLEŞİRKEN…

Sanayi toplumunun vaadi özgürlüktür. Özgürlük, sahip olabildiklerin kadardır yeni kitle toplumunda. Sahip olabilmek ise açıkça sisteme sıkı bağlı olmayı gerektirir. Dolayısıyla çalışmış, biriktirmiş ve tüketmiş olmayı… Özgür seçim dediğimiz şey yanlış gereksinimler ve yaşama korkusu üzerinde temelleniyor. Yabancılaşma artık sadece ürettiğinden uzaklaşma değil, tükettiğinden de uzaklaşma haline dönüşüyor.

tüketim_özgürlük

Hayatta kalmak adına fizyolojik, sosyal ve psikolojik birçok ihtiyacımız var. Ama biliriz ki en basit fizyolojik ihtiyacımız, ilkel dediğimiz daha basit ilişki ağlarıyla örülmüş topluluklarda bile özel ritüellerden geçerek şekil alır. İhtiyaçlar basit ama ihtiyaçların nasıl sağlandığı kısmı oldukça karışık ve simgeseldir. Kültür, işte bu karmaşık kodlamanın kendisidir. “ Eğer çocuk, doğumdan hemen sonra kendi yazgısına bırakılsaydı, ne insan topluluğu yaşamda kalabilirdi, ne de onun kültürü varlığını koruyabilirdi.”[1] Kültür; kendimizi her şeyden farklı hissettiğimiz, sığındığımız ve kendimizi maddi baskılardan kurtarabildiğimiz bir alan olarak kendisini sunmaya devam eder. Kültür bizi geçmiş gelecek bağı içinde var etme, zevkli bir sorumluk yükleme, hayata dair çıkmazlarımızdan uzaklaştırma gibi bir iddia ile karşımıza çıkar.

Kültürü anlamak iyi bir tarih bilgisini gerektirir. Tarihi arka plan, gereksinimleri farklılaştırır bu da elbette kültürü.  Modern zamanlar da gereksinimler çok farklılaşmış dolayısıyla değişim çok hızlı gelişmiştir. Uzun zamana yayılarak; yaşayışlar, etkileşimler sonucu  kendiliğinden ve gereksinimler sonucunda ortaya çıkan bir yapı değil şimdilerde gelenekler. Modernite ile birlikte önemi nedeniyle amaç olan gelenekler, araçsallaşarak kitle toplumunun oluşumuna aracı olmuşlardır.

Gelenekler, anlık belleklerdir ve insanların bu mirasa ihtiyacı vardır. Gelenekleri, toptan yok etmek yerine yeniden kodlamak hem kolay hem de daha işlevseldir. Toprağından kopup şehre gelmiş ve ancak sistemin içine dâhil olabilmiş insanın, acilen kapsül bir kültüre ihtiyacı vardır. Ona, ata kültüne yakın bir hiyerarşi ve baba figürüne yakın bir aidiyet duygusu sağlayabilecek bir kültür sunulmuştur. Belli etiketlerin varlığı (din, millet, vatan) dolayısıyla aidiyet duygusunun rahatlığı, bu yeni şehirli bireye iyi gelmiştir. Tüm iyi çağrışımlarıyla ile içinde üretildiğimiz ve ürettiğimiz kültür; artık bant sisteminden geçmiş bir üretim nesnesidir. Zaten sanayi toplumlarında da üretkenlik gerçek anlamının tersi bir eksene kaymış ve insanı insan kılabilen her şeyden arınmıştır.

Kültür; sanata ve nesneye yakınlığıyla modern bireyi yabancılaşmanın, etkilerinden koruyabilir, yanılgısını uyandırır. Kültür, bir ideoloji olarak kendisini maddi hayatın dışında tutuyormuş yanılsamasına neden olur ve maddi hayatın sorunsuz devam etmesini sağlar. Özlem duyulan geçmişi ve en kendi olma deneyimini sunulan nostalji kuşağı filmler, saksıda yetişen çiçekler, kısmi aile ilişkileri ile bastırır. Kültür, modern bireye yabancılaşma ortamından bir çıkış olduğu umudunu verir. Oysa yeni kültür anlayışının yarattığı ritüellerin ömrü kısadır ve kendini tarihsel planda konumlayamazlar. Kültür zayıftır gerçek yaşama destek olamaz ve ancak sahip olduğu, sürekli el değiştiren birkaç meta ile kendini tanımlar. Bu kültürel metaların el değişimi ne kadar hızlıysa o derece yeni kültür yerleşmiş olarak varsayılır.

Post Modern toplumsal gerçeklikte vurgu, insanın üretmesinden, tüketmesine kaymıştır. Post modern insanın tüketici kimliğinin sınırları ise en çok da kültür ile belirlenir.  Araç haline gelen kültür,  toplumu temel yaşam gereksinimleri içinde tutar. Toplumu temel yaşam gereksinimleri içinde kaygı ile tutmak, kapitalizmi ayakta tutan unsurdur. Temel yaşam gereksinimlerinde ölçüt biyolojik değildir. Tokuzdur ama aç kalmaya dair psikolojik, sosyal kaygı hep sürer ya da açızdır ama nerede, nasıl ve neyle doyduğumuzdur asıl önemli olan. Ekonomik, sosyal ve psikolojik sınırın nerede başlayıp nerede bittiği belirsizdir. Amacın tüketim olduğu bir zeminde  “ Sanat, arkadaşlık ya da din gibi şeylerden söz eden bir sesin birkaç saniye sonra bir sabunun reklamını yaptığı işitilmektedir.”[2]

Sanayi toplumunun vaadi eşitlik yerine özgürlüktür. Bu vaadi tüketim seçenekleri ve istisnai durumlar üzerinden gerçekleştirir. İstisnalar, umut yüklü araçlardır. Köyde doğmuş olabilirsin ama çoban olmak zorunda değilsindir ya da daha basit düzeyde işçi olabilirsin ama iki aylık maaşınla son model bir telefon alabilirsin. Ama bu özgürlük, iki ay boyunca neyle geçineceğini düşünmez.  Borçlanma yoldan çıkmamak için uygun pratiktir ve aptallaştırıcı çalışmayı kolaylaştırır. Sonra üretkenliğe düşman çalışmanın süresini uzatan, özgürlük yanılgısına neden olan tatil seçenekleri vardır. Yakın zamanda bir tatil acentesinin reklamıydı. Tatil için yaşıyorduk!  Gerçek şu; daha çok çalışabilmek için tatil yapıyorduk. . Özgürlük sahip olabildiklerin kadardır yeni kitle toplumunda. Sahip olabilmek ise açıkça sisteme sıkı bağlı olmayı gerektirir. Dolayısıyla çalışmış, biriktirmiş ve tüketmiş olmayı… Özgürlük, güçlü bir egemenlik aracına dönüşmüş durumdadır. Özgür seçim dediğimiz şey yanlış gereksinimlerle ve yaşama korkusu üzerinde temelleniyor. Bunca çok ürün bize gerçek anlamda hiçbir şey katmıyor. Yabancılaşma artık sadece ürettiğinden uzaklaşma değil tükettiğinden de uzaklaşma halidir.

Kitle iletişim araçları da bu sürekliliği sağlayan araçlardan biridir. Bir bilgilendirme ve eğlendirme aracı olarak televizyon kitleselleşme eğiliminin en etkili aracıdır. Televizyon, benzer program seçimlerine ve üst sınıflara dayalı program anlayışıyla birey üzerinde baskı kurar. Bireyin televizyon karşısında seçim şansı birbirinin aynısı olan programlar nedeniyle yok gibidir. İnsanlar belli programları izlemeye yönlendirilerek, aynı zamanda belli davranış kalıplarına da yönlendirilirler. Ayrıca egemen sınıfı işleyen yayınlar toplumun, egemen sınıfa uyumunu da güçlendirici bir özelliğe sahiptirler. Televizyondaki iletişim en çok da benzeşimi sağlar. Taklit şeklinde gelişen uyum, kitleselleşmeyi güçlendirir. Bir araç olarak sunulan televizyon, bireyin önüne bir amaçlar ve kurallar silsilesi koyar.

Günümüzde kitle iletişim araçları ailenin rolünü üstlenmişlerdir. Ancak aile, bireyi aileden gelen bir yaşam tarzına yönlendirirken, kitle iletişim araçları bireyleri benzer yaşam tarzlarına yönlendirir. Teknolojinin girdiği her evde dolayısıyla dünyanın her yerinde artık benzer deyimler kullanılıp, benzer konuşma tarzlarından yararlanılmaktadır. Horkheimer’a göre nerede gülmemizin gerektiğini işaret eden sitcomlar bunlara örnektir. “Modern ekonomik hayatın bir sonucu olarak ana babaların eğitici işlevlerinin okula ve toplumsal gruplara devredilmesi ve bunun sonucunda ana babaların rollerinin değişmesi egemen toplumsal rollere karşı bireysel direnişin yok oluşunun en önemli nedenlerinden biridir.” [3]

Dil kültürün kılıfıyken dil üzerinde de belirlenimcilik ilkesi şaşmaz. Aynen, yok artık ve şey vs. kelimelerle anlattığımız ne çok şey var. Bizi çok iyi ifade edemese de bu kelimeler öyle konforlular ki anlama dair her şeyi gereksiz kılarlar. Televizyon replikleri dilimize dolayısıyla kültürümüzün içine düştü. Bu kelimelerin, sürekli birilerine katılma ve haksızlıklara karşı kullandığımız kalıplar olduğunu düşünürsek… Bir tür egemen ideolojinin eve ödev diye verdikleri pekiştireç gibiler. Dil  de böyle benzeşiyorken düşüncede ayrılmak ne mümkün. Dil, iç dili yutarken ve belirsizlikleri düzeltmeye çalışırken gerçek varlığını yitirmiştir.

Dış dünya dediğimiz alan modern insan için gittikçe daralmış ve kendini tanımlayabildiği bir iç alan yok olmuştur. Modern insan için dış dünya denilen alanın başladığı ve bittiği bir alan yoktur. Dizideki bir karaktere bir aile dostu kadar yakın, dünyanın öbür ucundaki bir mekânla iç içe olabilir. Simgesel olarak kurulan bu dünyadaki anlam yaratabilme kapasitesini belirleyen bu iç içe oluş durumudur. Modern dünyada insanlar birbirine öyle yakındırlar ki simgeler kadar anlamlar da ortaktır. İnsanlar verili simgelere tutunarak, modern toplumun karmaşasından kendilerini korurlar. Etiketlerle giderek birbirine benzeyen insanlar, teslimiyet geliştirerek aklın eleştirel gücünü kaybederler. Kitleye dönüşen toplum kendisine zarar veren ideolojinin farkında olmaz ve bu ideolojiye tabi olarak egemen sınıfa ait doğruları, kendi doğruları olarak görür. Sistem içinde bireyselliğini yitiren toplum, Marcuse’un deyimiyle tek boyutlu topluma dönüşür. Tek boyutlu toplum farklılığa izin vermeyen, sorgulamayan ve  bireyselliğini yitirmiş toplumdur. Yaşayabilecek kadar verilen her şey gibi kültür de yeterlidir.

Yeni tür yabancılaşmanın temelinde dayatılan tüketme baskısı ve bir denetim aracına dönüştürülen tüketim alışkanlıkları var. Bizleri tek tipleştiren doyumun farkında olmak ve gerçekten ihtiyacımız olanların ne olduğunu ayırt edebilmek ilk önemli refleks olmalı. Aklı arındırıp temel düşünme, sorgulama ve çözüm üretme süreçlerine yeniden yükseltmek gerekir. Evrensellik dokusu içeren her şey geri çağrılmalı.

 

[1]  Bronıslaw Malınowskı, İnsan Ve Kültür, Vyayınları, s.88

[2] Max Horkheimer,  Akıl Tutulması, Metis yayınları, s.125

[3] Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Metis Yayınları, 2002, s. 58.

Hediye Çınar Ekinci

Dünyalılar – www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu