Türk siyasi yaşamında “dini siyasete alet etmek” en çok zikredilen günahlardan biridir. Öyle bir suçlamadır ki nereye atsan yapışır. Durmaksızın birilerinin, bilhassa sağ partilerin, dini kendi çıkarları için eğip büktüğünü işitiriz. Vicdan siyaseti denir, geri kalmışlıkla ilişkilendirilir, Türkiye’de laikliğinin zarar görmesinden endişe edilir, İran’la yerli yersiz kıyaslamalar yapılır, “Atatürk olsaydı…” diye başlayarak iç çekilir.
Bütün bu meselenin ele alınış tarzında ciddi bir sakatlık var. Hem dünyadan bihaber olmak hem Türkiye tarihinden kopuk olmak hem de laikliğin tarihsel gelişimine yabancı olmak yüzünden Türkiye’de bilhassa bir kesim ciddi bir düşünce bariyerini uzun süredir aşamıyor. Zaten pekçok politik tartışmada olduğu gibi meselenin tartışılma şekli birtakım önyargılara, kuruntulara ve karşıdakine duyulan temelsiz husumete dayanıyor. “Ben seni tanımadan hükmümü vermişim” tavrı, düşünmeyi, sorgulamayı, paylaşmayı değil yobazlığı, aptallığı, cahilliği getiriyor beraberinde.
Devlet güdümünde din
Türkiye’de laiklik ilkesi 1937’ye kadar anayasaya girmemiştir. Daha ötesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1928’e kadar) geniş halk kitlelerini rejimin karşısına almamak için anayasada “devletin resmi dini İslam’dır” ibaresi bulunur. Atatürk de bu yıllarda din hakkında çelişkili mesajlar vermiştir. Örneğin ilk meclisin (1920) açılışından önce Kocatepe camiinde namaz kılmış, ardından meclis dualar eşliğinde açılmıştır. Kendisi bir yerde şöyle der:
“Bizim dinimiz en tabi ve makul dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olmasi için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur”.
Ama bir başka yerde ise şu şekilde konuşur:
“Bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”
Bu anlamda Atatürk, o dönemin şartları içinde din meselesini gerektiği şekilde kullanmıştır. Kimi zaman halkın duyarlılıklarını hareketlendirmek için dini desteklemiş, diğer zamanlardaysa dine karşı tavır almış, Türk milletinin bu “Arap hurafelerinden” kurtulup kendi özüne dönmesinin önemine işaret etmiştir.
Elbette Türkiye’de siyaset mevzubahis olduğunda bir tarafa “her şey mübah”, karşı tarafa “her şey günah” ilkesi geçerli olur. O sebeple burada anlattığım kafa karıştırmayacak, bilakis bir kesim insanın “Atatürk ne kadar öngörülü imiş, o dönem öyle yapması gerekiyormuş” yargısını güçlendirecek, farkındayım. Atatürk ne yaptıysa memleketin iyiliği için yapmıştır, bugün bunu yapanlarsa siyasi emellerinin peşindedir. O yüzden bu meseleyi Atatürk’ün şahsıyla sınırlı tutmayıp daha geniş bir tarih diliminde Türkiye’nin ne derece laik olduğu üstünde duralım. Zaten meselenin özü de Atatürk’ün dinsiz mi dindar mı olduğu değil, dinin Türkiye Cumhuriyeti’nde nasıl teşekkül ettiği, nasıl kullanıldığı ve nasıl kontrol altına alındığıdır.
1924’te Hilafet ve Şeriat kaldırılırken devlet tarafından Diyanet İşleri kurulur. Kurumun amacı zaman içinde çeşitlilik gösterse de temel olarak “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak sıralanabilir. Türkiye ile bağı olan herkesin malumu, bu kurum bütün dinlerin ya da bütün İslami mezheplerin din işleriyle değil ancak ve ancak Sünni İslam’ın işleriyle uğraşır. Temel olarak bütçesi devlet tarafından karşılanır. Diğer mezhepler ve diğer dinler için bu şekilde ve bu ebatta bir yardım söz konusu değildir.
Andrew Davison, Türkiye’de laikliği tartıştığı makalesinde İslam’ın hiçbir zaman tasfiye edilmediğini, aksine Sünni İslam’ın birleştirici bir amalgam olarak devlet tarafından desteklendiğini savunur (Davison 2003). Başka bir deyişle, Türkiye’de din devletten ayrılmamıştır, yahut devlet hiçbir zaman din dışı bir kurum haline gelmemiştir. Din (Sünni İslam) devlet otoritesinin güdümünde kontrol edilmeye çalışılmış, diğer dinler/mezhepler ise temel olarak yok sayılmıştır.
Bugün hala Diyanet’in bütçesi devletteki diğer pekçok kurumdan daha fazladır. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, 1995 gibi yakın bir tarihte Diyanet’in bütçesi 4.8 trilyon lirayla 37 devlet üniversitesinin toplam bütçesini geçmekteydi (Helvacıoğlu 1996, s 588). On binlerce orta ve alt kademe din görevlisi bugün devletten maaş almaktadır. Diyanet, bir devlet kurumu olarak devlet politikalarının güdümünde varlığını sürdürmektedir. Cuma hutbeleri bir merkezden yazılmakta ve dağıtılmakta; halka vergi vermenin, askere gitmenin, devlete itaat etmenin önemi vaaz edilmekte; bazı politik olaylarda (Bosna Savaşı sırasında mesela) diyanet başkanı tarafından televizyonda halka telkinler verilmektedir.
Türkiye’de din-devlet birlikteliği Diyanet ile sınırlı değil. Zorunlu din dersleri uygulaması devlet-din ilişkisinin en bariz göstergesi. Sünni İslam dışında diğer mezheplerin okullarda öğretilmesi yasak. Bu konuda uzun uzun tartışıldı, tekrar etmiyorum. Başka bir örnek TC nüfus cüzdanlarındaki din ibaresi. Laik bir devlette kimin hangi dine inandığı devleti niye ilgilendirsin? Gerçekten dinin devlet işlerinden ayrılmasından bahsedeceksek şunu dememiz lazım: “Devlet hiç bir vatandaşını dinini açıklamaya ya da açıklamamaya zorlayamaz” ya da “devlet dini veya tüm dinleri destekleyen veya bir dini başka dinlere karşı koruyan kanunlar çıkaramaz”.
Türkiye’de uygulanan bu değil. Türk devleti dini inancın her alanına müdahale ediyor. Daha ötesi, nüfus cüzdanlarına herhangi bir dinin yazılmasını da kabul etmiyor. “Türk vatandaşları örneğin hukuken Budist, Bahai veya Yezidi olamazlar… TC nüfus kütüklerine İslam, Hıristiyan ve Musevi dinlerinden başkasının kaydedilmesi imkanı yoktur” (Nişanyan 2008 s. 288). Bu anlamda dinin devlet işlerinden ayrı tutulmasından ya da bugün yaygın olarak kullanılan anlamıyla “din-vicdan” özgürlüğünden bahsetmek mümkün değil.
Türkiye’de mülk rejiminden (vakıflar kanunu) memuriyet alımlarına, okulların müfredatından kamusal kaynaklarının kullanılmasına kadar pekçok konuda devlet-din ayrışmasına değil; aksine dinin ve devlet politikalarının yakın ilişkisine tanık oluyoruz. Otoritesini büyük oranda tek bir mezhebe dayandırmış bir devlet var karşımızda. Bu Cumhuriyet’in ilk yıllarında da böyleydi (ve hatta belki daha fazlaydı), şimdi de durum değişmiş değil. Özetlemek gerekirse, devlet dine ve dolayısıyla insanların dini özgürlüklerine müdahale etmekte, belli bir mezhebin finansmanını sağlamakta, vatandaşları arasında dine dayalı ayrımlar gözetmektedir. O halde dini siyasete alet etmek sadece Atatürk’ün şahsi uygulaması değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren uygulanan temel politikalardan biridir.
Bütün bunları yazmamın amacı dinin ve devletin ayrışmış olduğu ideal bir seküler toplum hayali kurmak değil. Dinlerin tarihsel/kültürel mirasını gerçekten ciddiye alıp konuşacaksak, daha geniş perspektifler içinde hayatımızın ortasında duran dini yapılar üstüne düşünmeye başlayacaksak böyle bir ayrışmanın imkanının zaten ne kadar kısıtlı olduğunu fark ederiz. Kullandığımız dil, imgeler, semboller, çevremizi kuşatan somut gerçeklik, politik araçlar, gün be gün yaşanan hayat… dini diyebileceğimiz yapılarla yakından ilişkili. Hayatımızdaki en temel unsurların çoğunun dini kökenleri var. İslam inancı da değil sadece. Mesela en basitinden şu an kullandığımız takvim İsa’nın doğumuyla başlıyor; Allah’ın dünyayı 6 günde yaratıp bir gün dinlendiği inancına dayanarak takvim haftalara bölünüyor, pazar günleri tatil oluyor. Dünyevileşmekten bahsedeceksek o zaman belki Fransa’da Fransız Devrimi’nden sonra olduğu gibi bunları kaldırıp Devrim takvimi kullanmaya başlamamız gerekiyor. Giydiğimiz kıyafetlerden evlilik ritüellerine, yaptığımız tatillerden ahlaki tutumlara uzanan hayatın pekçok alanı dini tonlar taşıyor, dini geleneklerden esinleniyor. O sebeple geniş anlamda din ve dünya işleri birbirinden ayrılmıştır/ayrılmalıdır şeklinde bir iddia duyduğumda karşımdakinin ne dediğinin, ne yaşadığının farkında olmadığını düşünüyorum.
Ancak daha dar bir anlamda devletin dini referanslarının olmaması anlatılmaya çalışılıyorsa bunda da büyük ve iddialı cümleler kurmadan önce bunu başardığını düşündüğümüz ülkelere daha yakından bakmayı tavsiye ediyorum.
Orada bir Batı var, gitmesek de görmesek de…
Türkiye’nin geçmişle olduğu kadar Batı ile de travmatik bir ilişkisi var. Tuhaf hayaller, kanaatler, temelsiz yargılar hem geçmişin hem Batı’nın somutluğuna bakmayı zorlaştırıyor. Türk eğitim tornasından geçmiş nesiller uzun yıllar birkaç beylik cümle etrafında düşünmeye alıştığı için kanaatler de basmakalıp olmanın ötesine gidemiyor.
Aslında bazı şüphe uyandıracak izlenimleri Türkiye’de de edinmek mümkün. Örneğin her Amerikan parasının üstünde kocaman “In God we trust” (Tanrı’ya inanırız) yazması… TL’nin üstünde düşünemiyorum nasıl olurdu? Yahut Amerikan mahkemelerinde tanıkların İncil’e el basarak “doğruyu, tüm doğruyu ve sadece doğruyu” söyleyeceklerine dair yemin etmeleri… Amerikan başkanı küçük Bush’un Evangelist tarikatına mensup olması, konuşmalarında Allah’ı, melekleri, iyi ile kötünün kadim savaşını sık sık zikretmesi, İncil’e bol bol referans vererek konuşması, Müslümanlar’a yeni bir Haçlı Seferi ilan edebilmesi, yaptıkları savaşların Allah’ın isteği olduğunu söylemesi vb. Türkiye’de savcılar bunlardan çok daha azı için politikacıları hapse atar.
“İngiltere’de Anglikan mezhebi resmi devlet dini (established church) sıfatına sahiptir. İngiliz hükümdarı, (Kraliçe) aynı zamanda Anglikan kilisesinin başıdır” ( Nişanyan 2008 s. 276) Ancak diğer mezhepler ve dinler Türkiye’deki gibi özel alana sıkıştırılmış değildir, örgütlenme, fikirlerini yayma ve görünür olma hakları vardır. Bilhassa pazarları çeşitli mezheplere/tarikatlara mensup insanlar ev ev dolaşarak dinlerini yaymaya çalışırlar. Türkiye’de bir tarikat mensubunun bir pazar sabahı kapınızı çaldığını ve dinini tanıtmak istediğini düşünsenize. Dayak yeme, küfür işitme ihtimali, hatta yanlış mahallede yanlış dini tanıtmaya kalkarsa canından olma ihtimali bile var.
İngiltere’de havalanı girişlerinde pasaportunuzu kontrol eden başörtülü kadınlar görebilirsiniz. Türkiye’de bu kamusal alan tanımına uymayacağı gibi aynı zamanda bir kesim insanda tuhaf bir utanç yaratacaktır. Ne de olsa Türkiye’nin dışa açılan yüzüne “Avrupai” görünümlü insanlar koymak münasip olacaktır: Bizi dışarda modern bilsinler saplantısı.
Bu elbette İngiltere’nin çok hoşgörülü olduğu sonucuna götürmüyor bizi. En basit örnek olarak Londra’da hemen evimin karşısındaki üniversitede birkaç ay önce iki müslüman öğrenci okuldaki mescitten çıkarken bıçaklandı. (Üniversitede ibadethane var, evet!) Okul yönetimi öğrencilerin can güvenliğini bahane ederek ibadethaneyi geçici olarak kapadı. Öğrenciler haftalar süren protesto gösterileri yaptı. Yanık sesli bir çocuk her gün okulun önünde öğle ezanını okudu, okulun önünde topluca namaz kılındı. Okulun girişinde namaz kılan öğrenciler yüzünden polis gelmedi, üniversiteyi basmadı, öğrencileri götürüp sorguya çekmedi.
Diğer ülkelerde durum bildiğimizden daha da farklı: Mesela İtalya’da Katoliklik devletin resmi tek dinidir. Ancak “başka dinler, kamu düzeni ve genel ahlaka aykırı olmamak koşuluyla serbesttir” (Nişanyan, s. 277). Kilise nikahı (birkaç istisna dışında) bütün Avrupa ülkelerinde tanınır. “İsveç, Norveç ve Danimarka’da Evangelik (Lutherci) Protestan mezhebi resmi devlet dinidir. Her üç ülkede hükümdarın devlet dinine mensup olması anayasa gereğidir.” (s. 278) “Ortodoks Yunan mezhebi, Yunan devletinin resmi dinidir” (s. 278). “Alman toplumunda tarihi kökleri olan üç din –Katolik, Evangelik (Lutherci) ve Reforme (Kalvinist) mezhepleri- ‘kamu hukukunca tanınan dini cemiyetler’ (öffentlich-rechtlich anerkannten Religiongesellschaften) statüsüne sahiptir. Bu dinlerin, devlet hastaneleri, hapishaneler, silahlı kuvvetler, kamu radyo-televizyon kurumları gibi kamu kuruluşlarında temsil edilme hakları vardır… Ayrıca kendi mensuplarından devlet eliyle kilise vergisi toplamak yetki ve ayrıcalığı da bu dinlere tanınmıştır.” (s. 279)
Sevan Nişanyan’ın altını çizdiği nokta şudur: “ Bu ülkelerin hiçbirinde (Fransa ve Amerika dahil), dinin siyasi amaçlarla kullanılamayacağı ya da siyasi örgütlenmelere konu olmayacağına ilişkin bir hüküm yoktur. (s. 286). Bu iyi midir kötü müdür ayrı bir tartışma konusu.
Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde Avrupalı liderlerden sık sık dini motifli yorumlar duymamız da Avrupa’da dinin devlet işlerinden bizim zannettiğimiz kadar ayrı yürümediğinin bir diğer göstergesi. Örneğin Avrupa Birliği’nin anayasasında “Hıristiyan” ibaresinin bulunup bulunmayacağı uzun süre tartışıldıktan sonra bir ortayol bulunmuş, taslak metinde, “dini, kültürel, hümanist” mirasa göndermede bulunulmuştur (Kösebalaban, 2007 s. 104). Yahut Almanya başbakanı Angela Merkel, demokrasinin Hıristiyan değerleri olmadan düşünülemeyeceğini söylediğinde gene bu tarzda bir din-devlet-yönetim birlikteliği gündeme gelmiştir (Kösebalaban 2007 s. 102).
Sonuca gelelim. En başta söylediğim gibi Türkiye’de dini siyasete alet edenlerden yakınanlar ve bunu fırsatçı sağ partilerin ve taşralılığın alameti sayanlar aslında hem tarihsel olarak Türkiye’nin bugüne nasıl geldiğini hem de örnek aldığımızı zannettiğimiz Batı’yı ıskalamış olur. Tarih bize öğretilen tarih değil; Batı bizim zannettiğimiz Batı değil.
Din ve devlet işleri beraber yürümeli sonucu çıkmasın bu yazıdan. Derdim dinin ve devletin daha fazla ayrışmasını ya da tümden katışmasını önermek değil. Öncelikle tarihsel olarak bizim ayrı zannettiğimiz iki kategorinin hiç de zannedildiği gibi ayrışmamış olduğunu teslim etmemiz gerekiyor, ne Batı’da ne Türkiye’de. Birtakım hülyaların ve yanlış kanaatlerin üzerinden birilerine despotluk yapmadan önce bunu akılda tutmak gerekiyor. Din ve vicdan özgürlüğünün mümkünatı bir fikri despotça dayamak, bir kıstasın peşinde uyduruk ayrımlar yapmak olamaz. Basmakalıp cevaplar vermeden evvel sorularımız üstünde tekrar düşünmeliyiz.
Sezai Ozan Zeybek
Kaynaklar:
Kösebalaban, Hasan (2007). The Permanent “Other”? Turkey and the Question European Identity Mediterranean Quarterly 18:4
Nişanyan, Sevan (2008). Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm üzerine 51 soru, Kırmızı Yayınları
Davison, Andrew (2003). Turkey, a “Secular” State? The Challenge of Description, The Southatlantic Quarterly 102: 2/3
Helvacıoğlu, Banu (1996). ‘Allahu Ekber’, We are Turks: yearning for a different homecoming at the periphery of Europe, Third World Quartely, 17:3
Black, Amy (2004). With God on Our Side: Religion in George W. Bush’s Foreign Policy Speeches, prepared for presentation at the annual meeting of the American Political Science Association; Chicago, Illinois, September 2-5