Çok uzun zamandır buna benzer başlıklara sahip yazılar hazırlıyorum, satırlarca, paragraflarca yazıyorum, sonra maksatlarını aşabilecekleri veya yapıcı olma amacı taşımalarına rağmen durduk yere insanları incitebilecekleri düşüncesiyle yayınlamaktan vazgeçiyorum. Emin Çapa isimli bu gazeteci abimizin aşağıdaki TED konuşmasına denk gelince, benimle aynı soruları soran ve hemen hemen aynı frekansta cevaplar veren insanların var olduğunu görüp sevindim. Abimiz konuyu klasik olarak eğitimsizliğe, sistemin çarpıklığına bağlamış fakat benim bu konudaTürklerin iyi kötü verilen eğitimi dahi almak istemiyor olmalarıyla ilgili hafif radikal bir teorim var. Önce videoyu izleyelim sonrada müsadenizle yıllardır içimde birikenlerin ufak bir özetiyle birlikte paylaşayım.
Evet eğitim sisteminin bozuk, yetersiz olduğunu hepimiz biliyoruz ve ben kendi adıma en az 30 yıldır çevremdeki hemen herkesten artık düzeltilmesi gerektiğiyle ilgili yakınmalar duyuyorum. Peki bu bozuk, çarpık sistemi kuranlar, varlığını devam ettirmesini sağlayanlar ve onu bulduğu her fırsatta eleştirenler kimler? Yine bizler, Türkler değil mi?
Uzaydan gelen yaratıklar veya dış mihraklar kurmadılarsa –ki kurdularsa bile– bu sistemin yönetimi bizim elimizde, varlığının mevcut biçimde devam etmesini de yine biz sağlıyoruz. Dolayısıyla “Artık düzelsin” diye yakınmak yerine düzeltmek için ciddi, somut adımlar atmıyorsak bu yine tamamen bizim eşekliğimizdir ve cezasını bizler gibi çocuklarımız da, torunlarımız da çekecektir.
Bir çokları eğitimin okul ve öğretmenlerle alakalı bir kavram olduğunu düşünür oysa eğitim okul, aile ve sosyal çevrenin katkılarıyla, insanın yaşamının sonuna kadar devam eden bir süreçtir. Çarpık olduğundan yakındığımız sistem ise bu bütünün sadece bir parçasını oluşturur, dolayısıyla tüm suçu ona yüklemek işin kolayına kaçmak olur.
Her üç Türkten birinin gittiği Almanya’ya benim de bir şirket gezisi vesilesiyle gitme imkanım oldu. Öncesinde bu gezinin ciddi ciddi bana bir şeyler katabileceğine ihtimal vermiyordum zira adamların yaşam standartlarının bize göre yüksek olduğunu, şehirleşme, sanayi ve teknoloji gibi konularda açık ara ileride olduklarını zaten herkes gibi ben de biliyordum. “Çok gezen mi çok okuyan mı?” sorusuna “Çok okuyan” cevabı vermeyi ise bu geziden sonra bıraktım.
Almanya’da hem kasabaları hem büyük şehirleri detaylı olarak gözlemleme imkanı buldum. Her şeyden önce bizdeki otomobil markalarının bu kadar çeşitli olmasına üzüldüğümü hissettim. Nasıl bir pazar konumundaysak Japon’undan Fransız’ına kadar herkes bize otomobil satarken, Fransa’nın hemen dibindeki Almanya sadece ve sadece kendi ürettiği koyu renkli otomobilleri kullanıyordu. Sokaklarda Peugeot’a, Renault’a rastlamak neredeyse mümkün değildi. Bu arada bizde “Avrupa’nın en iyi ticari aracı” diye reklamlar görürüz ya, heh işte o sözü edilen Avrupa bizim İstanbul’un Avrupa yakasıymış bir de onu öğrendim. Has Avrupa’da o araçların esamesi bile okunmuyor.
Otomobillerin varlıklarından sonra kullanılma biçimleri dikkatimi çekti. Dedim ya kasabalara da gittim büyük şehirlere de diye, eğer kaldırımda yürüyen bir yaya iseniz, yakınlarınızda bir trafik ışığı veya yaya geçidi olmasa dahi ayağınızı yola attığınız anda sizi fark eden bütün araçlar durup size yol veriyorlar. Bunu ilk kez yanlışlıkla yapınca fark ettim, daha sonra “Bu yöreye özel bir durum mu acep” diye farklı şehirlerde de denedim sonuç değişmedi, herkes istisnasız biçimde yayalara öncelik tanıyordu.
O kadar gezdim geldim, inanır mısınız seyahatim boyunca tek ama tek korna sesini memlekete dönüp Sabiha Gökçen Havalimanı’nın dış hatlar kapısının hemen önündeki yaya geçidine adımımı atınca duydum. O sırada yanımda iş arkadaşım Mesut vardı, birbirimize baktık. Böyle küçük bir detaya o kadar içten üzüleceğimizi tahmin etmezdim.
Tüm bunların konumuzla alakasına gelecek olursak; Almanların sürücülere eğitim veren kurumlarında olduğu gibi bizim kurumlarımızda da iyi kötü “Şu şu durumlarda öncelik yayanındır, yol vermek gerekir” diye öğretiliyor değil mi? O adamlar buna kulak asmayı tercih ederken bizim neden zerre iplemediğimiz sorusuna cevap bulabilirsek sorunu kökten çözdük demektir. Eğitimse en salt haliyle eğitim bu işte, fakat biz onu almıyoruz, elin oğlu alıyor biz reddediyoruz. Sürücü kurslarında “haybeden” anlatılan şeyleri ehliyeti cebimize koyuncaya kadar hafızada tutup hemen unutuyoruz, esas eğitimi ise “Çıkar burnunu, kes şu pezevengin önünü… Ohoo böyle enayi gibi beklersen kimse sana yol vermez aslanım” diye akıl veren kimselerden alıyoruz.
İşte biz en kaba haliyle bu şekilde eğitilen bir toplumuz.
Bir ülke düşünün ki gazeteleri “16 Mayıs son gün! Ehliyet almak zorlaşacak şimdiden koşun alın!” diye manşet atıyor olsun ve o manşetleri okuyan vatandaşlar ilk tepki olarak ehliyet sahibi olmayan arkadaşlarını arayıp “Koş lan git sen de al” diye haber versinler…
Memlekette herhangi bir alanda verilen eğitimin az buçuk iyileştirilmesi topluma yön verenler tarafından bile “zorlaştırma” olarak algılanıyor aziz dostum. Bir Allah’ın kulu da çıkıp “Ne güzel trafik kazaları da magandaları da azalacak. Herkes artık daha dikkatli olacak, canlar kaybolmayacak” diye sevinmiyor. Bu bile tek başına neyin ne kadar yanlış olduğunu, algının nasıl işlediğini anlatmıyor mu?
Mektep cehaleti alır merkeplik baki kalır.
Eğitim sistemini düzeltmek elbette çok şeyi değiştirir ancak –konuyu derinlemesine düşünmeden sadece duyduğunu tekrar edenler tarafından– sanıldığı gibi mucize yaratmaz. “Öğretmenim elektrikler kesikti ödevimi yapamadım” bahanesini ortadan kaldırmaz mesela. Böyle böyle bahane üretme konusunda uzmanlaşan bireyi kalan ömründe “Bizim 1. Dünya Savaşında okumuş neslimiz katledildiği için…” veya “Biz aslında yapacaktık ama dış mihraklar var ya…” ile başlayan cümleler kurmaktan, kendi başarısızlığını, kendi tembelliğini bu tür hikayeler arkasına gizlemekten alıkoymaz. Dünyanın en iyi sistemine sahip olsa dahi devlet okullarından insana insan olmayı öğretmesini bekleyemezsiniz. Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu farklı bileşenlerin birlikte hareket ederek ortaya koyduğu bir süreç neticesinde meydana gelir.
Gerçekten ilginçtir, onca olumsuzluğa rağmen nüfusumuzun büyük çoğunluğu ülkemizin çok yüksek bir potansiyele sahip olduğuna ve fakat yükselmesine mani olmak isteyen dış güçlerin ayaklarına prangalar vurduğu için pasif kaldığına inanır. Hani o prangalardan bir kurtulsa roket gibi fezaya yükselecektir zaar.
Şaka gibi…
Yahu bizler Behçet’ten başka hangi hastalığa çare bulmuşuz? Hangi alandaki araştırmalarımız bilim zirvelerine konu edilmiş veya hangi konudaki hangi çalışmamız, ürünümüz dünya kamuoyu tarafından “İşte bunu da Türkler yaptı” diye parmakla gösterilmiş? Biz paramızın arkasına resmini basacak bilim insanı bulamıyorken bu kafaya nasıl ulaştık anlamak mümkün değil. 80 milyonda bir çıkan deli yürekleri saymazsak profesör dediğimiz adamlar ancak açık oturum programlarında laf ebeliği yapmayı, hiçbir şey için fikir üretmeyi, havanda su dövmeyi biliyorlar. Yurtdışında araştırılıp yazılmış makalelerden kopya çekip ve hatta birebir çevirip “Bilime katkı sağladım ben” diyorlar, memur gibi maaşlı öğretmenlik yapıyorlar. Onları da tamamen suçlayamıyorum zira bir kıymetleri yok, sözleri başka platformlarda değer görmüyor veya kimse onlara filmlerdeki gibi beyaz laboratuvar önlüğü giymeleri, kendi araştırmalarını yürütmeleri için imkan sağlamıyor.
Tüm bunları işkembeden sallamıyorum. İstatistiki veriler bize, ülke tarihimiz boyunca modern çağa, bilime sağladığımız katkıların hepsinin toplamının gelişmiş herhangi bir ülkenin 1 yıllık çalışmaları kadar olmadığını gösteriyor. Aynı şekilde cumhuriyet tarihi boyunca bütün insanlarımızın, kurumlarımızın aldığı patentlerin toplamı Koreli tek bir firmanın bir kaç yılda aldığı patent sayısından fazla değil.
Sezen Aksu’ların, Ajda Pekkan’ların, Erkin Koray’ların ve diğer pek çok ünlü müzisyenimizin aşklarımızın simgesi haline gelen şarkıları araklama, “Memleketim” şarkımız, onu geçtim 10. Yıl Marşımız bile esasen yabancılardan aşırılmış. Telefonu, bilgisayarı Çinlilere ürettiriyoruz, piyade tüfeği yaptık diyoruz Alman bilmem ne firması “Ürünümüzü klonlamışsınız” diye patent davası açıyor. Milli taarruz helikopterimiz, tankımız esasen İtalyanlardan, Korelilerden teknoloji transferi. Medeni kanunumuz bile port bizim arkadaşlar. Fanatik partizan arkadaşlar kızmasınlar ben milli savunma teknolojilerinin gelişimini herkesten çok destekliyorum, benim isyan ettiğim şey 2015 yılında elalem kara maddelerle, atom altı parçacıklarla oyun hamuru gibi oynarken bizim hala tam anlamıyla kendi imkanlarımızla nihai bir cep telefonu bile üretemiyor olmamız. Bizdeki tek potansiyel çalıp çırpma, dümen üzerine, orjinallik sıfır taklitçilik gırla, hiç öyle potansiyel falan diye kendimizi kandırmayalım.
Emin olun dış mihraklar memlekette özgün müzikler üretilmesin diye özel çaba göstermiyorlardır veya siz denk geldiniz mi bilmem, ben hiç “Lan var ya 100 metreyi süper koşuyorum ama dış güçler önümü kestiği için yükselemiyorum” diyen bir sporcuya rastlamadım. Afrika’dan Türkçe konuşmayı bile bilmeyen gariban bir zenci getirip, vatandaşlık verip bizi temsil etsin diye olimpiyat oyunlarına sokmak dış güçlerin oyunu olabilir mi?
Sözün özüne gelecek olursak sevgili dostlar kimsenin bizim yükselmemizi engellediği falan yok önce bunu bir kabul edelim. Biz, bahanelerin arkasına saklanarak alçakta kalmayı seviyoruz, bu halimizden memnunuz çünkü hiçbir şey üretmeyerek her şeyi eleştirmek genlerimize işlemiş. O prangalar ayağımızda değil beynimizde. Kimse bizim eğitimsiz kalmamız için ekstra çaba göstermiyor, eğitimsiz, cahil kalmayı biz kendimiz tercih ediyoruz. Eğer bir şeylerin değişmesini istiyorsak papağan gibi “Eğitim şart, eğitim şart” diyerek etrafta dolaşmak yerine işe kendimizi, ailemizi düzeltmekle başlamamız gerekiyor. Sağlıklı bir toplum istiyorsak önce sağlıklı bireyler yetiştirmemiz lazım. Ortada başarılı olmayı, yükselmeyi amaçlayan azimli ve dürüst çocuklar olmadıktan, mayası sağlam hamur olmadıktan sonra dünyanın en kallavi fırınında bile pişse nefis kokulu bir ekmek elde edemezsiniz. O elektrikler yine kesilir o ödev yapılmaz, dış mihraklar yine ülkeyi “geri bırakmaya” devam ederler.
Caner – www.egonomik.com