Ulusal devletlerin oluşumunu halkların uyanan ulusal bilincine bağlayan kanıksanmış görüş bir masaldan başka bir şey değildir. Ulusal devlet savunucuları için çok kullanışlı bir düşüncedir, ama yine de yanlıştır. Ulus, devletin sebebi değil, sonucudur. Ulusu yaratan devlettir; ulus, devleti yaratmaz. Bu bakış açısından halk ile ulus arasında, toplum ile devlet arasında olan aynı ayrım vardır.
Her toplumsal birim ortak ihtiyaçlar ve karşılıklı anlaşma temelinde kurulan doğal bir yapıdır. Bu birim organik olarak aşağıdan yukarıya genel çıkarı garanti etmek ve onu korumak için kurulur. Her ne kadar toplumsal örgütlenmeler giderek kemikleşse ve temel yapı halini alsa da, ortaya çıkışlarının altında yatan hedef çoğu örnekte açık bir şekilde ortaya konabilir. Her devlet örgütü insanlar üzerine bir takım yöneticiler tarafından empoze edilen yapay bir mekanizmadır ve toplumdaki ayrıcalıklı bir azınlığın çıkarlarını güvence altına almak ve korumaktan başka hiçbir amaca hizmet etmez.
Bir halk, toplumsal birliğin doğal sonucudur. Dışsal yaşam koşullarının belirli bir benzerliğinin, ortak bir dilin ve iklim ile coğrafi çevrenin özel karakteristiklerinin ortaya çıkardığı insanların karşılıklı bir ortaklığıdır. Bu şekilde birliğin her üyesinde yaşayan ve birliğin en önemli toplumsal varoluşunu oluşturan belli ortak özellikler doğar. Bu ilişki yapay olarak ne kadar yok edilebilirse, yapay olarak o kadar ortaya çıkarılabilir. Öte yandan ulus, siyasal güç için verilen mücadelenin yapay sonucudur, tıpkı ulusçuluğun modern devletin politik dininden başka hiçbir şey olmaması gibi. Bir ulusa ait olmak, bir halka ait olmanın tersine hiçbir zaman derin ve doğal nedenlere dayanmaz; her zaman politik etkenlere tabidir ve ardında ayrıcalıklı azınlıkların çıkarlarının yattığı devlete dayanır. Basitçe ayrıcalıklı kast ve sınıfın iş temsilcisi olan küçük bir grup diplomat, belli insanların hangi ulusa üye olduklarına oldukça keyfi bir biçimde karar verir. Bu insanların onayı sorulmaz bile, iktidarın bu eylemine boyun eğmeleri beklenir.
Halklar ve insan grupları devlet ortaya çıkmadan çok önce de varlardı. Ayrıca bugün de devletin yardımı olmadan varolmaya ve gelişmeye devam ediyorlar. Doğal gelişimleri ancak bir dış güç hayatlarına zor kullanarak müdahale ettiğinde ve onları daha önce bilmedikleri kalıplara sokmaya zorlayınca engelleniyor. Bu halde ulus, devlet olmaksızın düşünülemez. Ulus, devlet ile kaynaşmıştır ve varoluşunu devlete borçludur. Sonuç olarak eğer ulusu devletten ayırmaya çalışır ve onun devletten bağımsız kendi başına bir varoluşu olduğunu kabul edersek, ulusun gerçek doğasını hiçbir zaman anlayamayız.
Bir halk daha dar sınırlara sahip bir topluluktur. Ancak bir ulus, kural olarak ortak bir devlet çatısı altına az ya da çok miktarda şiddet kullanılarak sokulmuş bir dizi farklı halkları ve insan gruplarını kapsar. Gerçekte Avrupa’da hiçbir devlet yoktur ki, orijinal olarak farklı soylardan ve dillerden olan, sadece bir hanedana ait, ekonomik ve politik çıkarlar için bir ulus haline getirilmiş farklı halklardan oluşmasın.
…
Tüm ulusçuluklar doğası gereği gericidir (reactionary), çünkü büyük insan ailesinin farklı parçalarına önyargıya dayalı belirli bir karakter atfetmeye çabalar. Bu açıdan bakınca ulusalcılık ideolojisi ile tüm dinlerin arasındaki karşılıklı ilişki gözler önüne serilmiş olur. Ulusalcılık bir yandan insan cinsinde ifadesini bulan organik birlik içinde yapay ayrımlar ve bölünmeler yaratır. Öte yandan hayali bir kavramdan kaynağını alan kurmaca bir birlik için gayret sarf eder. Ulusçuluğun savunucuları belli bir insan grubunun tüm üyelerini, başka gruplardan daha da açık bir şekilde ayırt edilebilecekleri şekilde düzenlemeye çalışır. Bu açıdan sözde “kültürel ulusçuluk” politik ulusçuluktan farksızdır; çünkü kültürel ulusçuluk kural olarak, politik ulusçuluğun politik hedeflerini gizler ve ona hizmet eder. Bu ikisi birbirlerinden ayrılamaz, aynı çabanın farklı ifadeleri olmaktan ibarettirler.
Kültürel ulusçuluk en saf haliyle, halklar yabancı bir yönetimin altına girip, bu yüzden politik güce ilişkin kendi planlarını uygulamaya sokamayınca ortaya çıkar. Bu durumda “ulusal düşünce” halkın kültürünü oluşturma faaliyetleri ile meşgul olmayı tercih eder ve ortadan yok olmuş ihtişam ve geçmiş zaferlerin hatıralarını kullanarak ulusal bilinci canlı tutmaya çalışır. Çoktan efsane haline gelmiş bir geçmiş ile bir köleliğin yaşandığı bugün arasında yapılan bu karşılaştırmalar, insanları yaşanan adaletsizliğe karşı iki misli hassas hale getirir, çünkü insan ruhunu hiçbir şey gelenek kadar güçlü bir biçimde etkileyemez. Fakat eğer böyle insan grupları yabancı boyunduruğunu er ya da geç silkip atmayı başarırlar ve kendileri bir ulusal güç olarak ortaya çıkarlarsa, o zaman çabalarının kültürel bölümü kesin bir şekilde arkaplana atılır ve yerini politik amaçlarının kuru gerçekliğine bırakır. Avrupa’da savaştan (1. dünya savaşı; ç.n.) sonra yaratılmış çeşitli ulusal oluşumların yakın tarihi bunun açık kanıtıdır.
…
Kültürel ulusalcılıkta kural olarak aslında hiçbir ortak yanı olmayan iki ayrı duygu ortaya çıkar; çünkü yurt sevgisi “yurtseverlik” değildir, devlet sevgisi değildir, kökünü soyut bir ulus düşüncesinden alan sevgi değildir. İnsanın gençlik yıllarını üzerinde geçirdiği toprak parçasının, onun en temel ve en gerçek duygularına nasıl derin bir şekilde sinmiş olduğunu kanıtlamak için fazla bir çaba gerekmez. Çocukluğun ve ilk-gençliğin etkileri kişinin ruhunda en kalıcı ve dayanıklı izleri bırakan etkilerdir. Yurt bir nevi insanın giysisidir, en içten bir şekilde aşina olduğu kıvrım ve dikişler onunkilerdir. Bu yurt sevgisi/duygusu ilerleyen yıllarda çoktan yıkıntılar altında kalmış bir geçmişe dönük hissedilen hasreti doğurur ve romantiklerin o geçmişi öyle derin bir şekilde sevmesine yol açan da budur.
Sözde “ulusal bilinç” ile bu yurt sevgisinin hiçbir ilişkisi yoktur, ikisi sık sık aynı potaya konur ve sahtecilik yapılarak ikisi birmiş gibi gösterilir. Aslında gerçek yurt sevgisi daha doğuşunda “ulusal bilinç” tarafından yok edilir. Çünkü “ulusal bilinç” her zaman, insanların yurtlarının bitmek tükenmez çeşitliliğinden kaynağını alan türlü farklı duygu ve düşüncesini düzenlemeye ve onları önceden belirlenmiş bir biçime sokmaya çalışır. Gerçekte yalnızca ulusalcı devletlerin çıkarına olan ve onların arzuladığı, o mekanik birleştirme çabalarının kaçınılmaz sonucudur bu.
İnsanın yurduna olan doğal bağlılığının yerine, sorumluluk ve itaat içeren bir devlet sevgisi koyma girişimi çağımızın en garip olgularından biridir. Devlet öyle bir yapıdır ki, oluşumunu pek çok tesadüfe borçludur ve bu oluşum sürecinde zorunlu olarak hiçbir bağlantısı olmayan parçalar acımasız bir şiddetle birleştirilir. “Ulusal bilinç” olarak adlandırılan olgu, politik iktidarın kaygıları ve çıkarları uyarınca yapılan propagandanın yarattığı bir inançtan başka bir şey değildir. “Ulusal bilinç” geçmiş yüzyılların dinsel inançlarının yerine geçmiştir ve bugün kültürel gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Yurt sevgisinin soyut bir ulus kavramına duyulan saygı ile hiçbir ortak yanı yoktur. Yurda duyulan sevgi “iktidar arzusu” taşımaz, komşuya yönelik beslenen içi boş ve tehlikeli üstünlük düşüncesinden bağımsızdır, ki bu her türden ulusçuluğun en güçlü karakteristiğidir. Yurda duyulan sevgi, ne pratik politikaya bulaşır, ne de devleti desteklemeyi kendine dert eder. Yurt sevgisi sadece, insanın (yurdunun da bir parçası olduğu) doğaya duyduğu sevgisi gibi özgürce ifade edilmesi gereken içsel bir duygudur. Bu şekilde bakıldığında yurt sevgisinin yerine, hükümet tarafından sipariş edilen ulus sevgisinin geçirilmesi, doğal bir gelişmenin yerine yapay bir kopyayı geçirmeye benzer.
Rudolf Rocker
Çeviri: Kara Kızıl Notlar
Kaynak: insurrectionary anarchists