Bir zamanlar, mesela kırk yıl önce, yeryüzünde, bugün tuhaf gelecek güzel insanlar vardı. Şimdi anıları romanlarda ve onları tanımış olanların, sahi oldu mu o günler şaşkınlığıyla anlattıkları tarih-öncesi mesellerdir.
Bazıları, yorgun yüzleriyle hayattadır ve en çok onlar o günlerin anısına yaban düşmüş olanlardır. Belki o günlerin aşırı iyimserliğini uzun zaman önce hayatlarının kılcal damarlarına zerk edilmiş zehir gibi taşıdıkları için… Yüzlerinde bir umut erozyonu ve gençliklerinin kahkahasının yerini alan bir sinik mesafe. O aralıkta, bir zamanlar kendilerinin çapaladığı gelecekten dönen ve kendilerinden sonra yeryüzü konuğu olan kuşakların kurduğu her iyimser sözü çürümeye bırakıyorlar.
Bazen, başka bir dünya hayalini hatırladıkları olsa da, ilk hatırlama anıyla yorulup hüzünleniyorlar. O andaki duygu halleri, kendinde zamanın şiirini hisseden, yazmak için boş bir kağıt ve kalem aldığında ilk bir dakika dolmadan o kağıdı buruşturup mekanın boşluğuna fırlatan, her daim yeniyetme şairin haline benziyor. Zaten yaşadıklarını en çok hissettikleri an da, sanırım, o buruşturup fırlatma anı.
Ağbilikte ve ablalıkta donmuş gibiler. Kendi çocukları için bile öyle. Eylem, Devrim, Deniz, Sinan, Ulaş, Çiğdem, Nergis, Güney…
Çocuklar bu adlarla, bir kuşak olarak anne ve babalarının hayatlarından kim ve ne alınmışsa onun yasını yükleniyorlar. Bu yas ve melankoliyi aşabilenlerin kendi anne ve babalarının ağbileri veya ablaları haline geldiği de oluyor. Hayatları, müebbet yatan ve dışarı çıkmanın ancak ve ancak muktedirin çıkartacağı afla mümkün olduğunu düşünen mahkumların bedbahtlığından izler taşıyor. Önümüzdeki beş yıllık planları içinde duvarların ötesine işaret eden bir eylemin, sorunun izine rastlanmıyor. Bazen dışarıdan gelen ve umut içeren bir mektup gibi yeni kuşaklardan birilerinin sözleriyle karşılaştıklarında, çok örselenmiş, çok ürkmüş, çok korkmuş olmanın anısıyla üşüyorlar.
Turgut Uyar’ın o acı mısrası, “Çok üşüdük, hep üşüdük, üşümekti bütün yaptığımız,” bedenlerindeki her hücrenin duvar yazısı gibi. Toplantılarda, sofralarda hiçbir şeyle olmasa bile bu üşüme ve titreme halleriyle saygı uyandırıyorlar. Bir de, bir görünüp bir kaybolmalarıyla. Hem katıldıkları toplantıda, hem de zaman içinde tekrarlayanlar da hem orada hem değil halleri de bu titremenin bir temsili gibi…
Katılmaları her daim bir kalp titremesi. En çok, duygulandıklarında canlanıyorlar. O an, ikili sohbet ile devrim nutuklarının atıldığı meydan arasındaki mesafe kayboluyor. Tam da bu mesafenin çökmesine katlanamadıkları için, nihayet, bir had bildirmeyle tamamlanıyor söylevleri. Yeni kuşakların acemi sözlerine tahammüllerinin tek bir koşulu var. Kendi öykülerinin yüceltilmesine koşulsuz biat. Ya da şöyle veya böyle bir başarı öyküleri olmuşsa, ki bu öyküler sıklıkla popüler kültürün onayından geçmişse onlar için başarıdır, yeni kuşakların da “bizim abla-bizim ağbi” sesiyle bu başarıya teğellenmesi gerekiyor.
Fena halde kırılganlar. Bilgiyle muhabbetleri, geçmişten anekdot biriktirmekle neredeyse sınırlı. Kurdukları cümleler, andığımız beş yıllık planları; evin taksiti, çocukların eğitimi, yazlığın bakımı, işin aksak ritmini tedirgin ettiği için solun asli sorusunun üstünü toprakla örtmeye ayarlı gibidir: “Nasıl yapmalı?” Gelecekle bağları, yeni kuşaklarla değil, asıl bir türlü bitmeyen kendi yeniyetmelikleriyle sakatlanmış. Zamanın ruhuyla olumlu veya olumsuz özdeşleşmelere ayarlı ruhsallıkları, şu bizim garip şiirsiz şairin yazılmamış şiirine benziyor. Freud’un ünlü mazoşizm makalesine verdiği ad, durumlarını pek acı özetliyor: “Bir çocuk dövülüyor.” Kendi dövülmüşlüklerini bir direniş öyküsü olarak güzellemeyi seviyorlar. Freud’un, başından geçenleri başka çocukların dövülmesi olarak düşleyen mazoşistini aşan bir çekirdek de var. Bu acı yüceltmesi başkasıyla, kendi geçmişleriyle, popüler kültürle temas etmelerinin biricik düzeneği gibi. En çok kendilerine kıyıcılar. Sanki yeterince dövülmemiş olmaya…
Yaptıkları filmlerde bile kendilerini yaşatmayı beceremiyorlar. Bakınız: iki binli yıllarda yapılmış sol filmler. Babam ve Oğlum. Sonbahar. Beynelmilel. Hepsinin finalinde niye o güzel insanlar ölüyor? Sinemanın, tam da ‘Hayata Dönüş’ zalimliğini izleyen günlerde sola düzenlediği bu cenaze merasimi neyin nesi kimin düşü oluyor? Bir zamanlar, mesela çok değil kırk yıl önce, güzel insanlar vardı. İçlerinden biri, Yılmaz’dı, Adana’dan film bobinlerini sırtlanır, Siirt’e kadar taşır, insanlara düşler taşırdı. O filmlerin yolda yanan bölümlerini, sahneye çıkar, sözle onarırdı. Bir zamanlar… Halkla temas, acı yüceltmesiyle değil geleceğe yönelmiş duygu-akıl birliğiyle olurdu. Bir zamanlar, Agamben’in önerdiği kavramla, hayali kapasiteydi, hayatın çekirdeğindeki. Savunulan pamuk tarlalarındaki, fabrikalardaki emekti. Orta sınıfın nostaljisindeki emek veya profiterol değil. Devam etmek için gerekli olan ama tüm hayata dönüştüğünde de bizzat hayatı kurutan yas ritüeline saplanmak. Bu. Freud’un güzel deyişiyle, ‘yasın cenaze takımlarını duygunun ve düşüncenin üzerinden çıkartmanın vaktidir.
Kaynak : Cemal Dindar / BirGün
www.dunyalilar.org