Arka Bahçemiz

Yaşayan Ölüler Örgütü

Sevgili Uzaklar,
Önceki gün bir film izledim, filmin kahramanı adam şöyle diyordu: “Dünyanın en kalabalık örgütü, yaşayan ölüler örgütüdür.”
Gerçekten şöyle bir düşündüm de ne kadar doğru sözler bunlar. İnsanların büyük çoğunluğunu da son derece iyi tanımlıyor. Bu koca yeryüzünde vücudu kadar bir yer işgal eden, insanların bir kısmı için, yaşamak sadece günü kurtarmak ve nefes alıp vermek anlamına geliyor.
Aslında biraz da şaşırmadım değil. Tanıdığım insanlar geldi aklıma. Meğer sevgili dostum, yaşayan ölüler örgütüne üye ne kadar çok insan tanıyormuşum. Çoğu insan hayatın bir yerine geldiğinde eteğindeki taşları döküyor, bulunduğu yere çömelerek hayata teslim oluyor. Bu insan artık kendisinde hayatı dönüştürme ve yönlendirme gücünü bulamıyor. Ve o artık yaşayan ölüler örgütünün bir üyesi oluyor.

Sevgili Uzaklar,
Hayatımızı bize verilen bir poker eli olarak düşünelim. Biz, çok iyi ele sahip olduğumuzu sandığımızda bile buna rağmen yenilebiliriz, çünkü hayatın bizden daha iyi bir eli olabilir. Ya da çok kötü bir ele sahip olsak da öyle bir mücadele ederiz ki, sonunda kazanabiliriz. Pokerde olası el sayısı iki buçuk milyondan fazladır. Bize de bu olası iki buçuk milyon elden birisi gelecektir. Poker diğer tüm oyunlardan farklıdır, en kötü elle, en iyi ele sahip oyunculara karşı kazanma şansı vardır. İşin güzel yanı budur, pokerde kazanmamız için bize iyi bir el gelmesine gerek yoktur, bu yalnızca bizim becerimize bağlıdır.
Hayat da böyledir. Ayakta durmak ve teslim olmamak için iyi koşullara sahip olmaya gerek yoktur, bu tamamen bizim hayata karşı duruşumuz ve mücadele isteğimizle bağlantılıdır. Bize gelen el ne kadar kötü olursa olsun, hayata karşı net bir duruş içinde kendimize olan güvenimizi yakalamışsak artık hiçbir anlamda yenilmiş olmayacağız demektir. Hatta oyunu kaybetsek bile yenilmeyeceğiz.

Hayata teslim olmamak ve yaşayan ölüler örgütünün bir üyesine dönüşmemek için çoğu zaman akıntıya karşı da yüzmek gerekir.
Yani Uzaklar, yani sevgili dostum, hayatın alabalığı olmak gerekiyor. Çünkü alabalık akıntıya karşı yüzen bir balıktır. Hatta alabalığın çağlayan bile çıktığı bilinir. Din kitaplarına göre de alabalık “yaratılan” ilk varlıklardandır. İşte bu nedenle hayatın alabalığı olmalıyız diyorum dostum. Çünkü önümüze sık sık akıntılar ve çağlayanlar çıkıyor. Bazen çağlayana dökülüp hayatın bizi götürdüğü yere gitmektense, dikine çağlayanı çıkıp suyun öte yanına ulaşmamız gerekiyor.
Ve hayatın alabalığı olamayanlar, yüzgeçlerini suya yatırıp akıntıya teslim olanlar yaşayan ölüler örgütünün bir üyesi oluyor.

Sevgili Uzaklar,
Biraz Seneca’dan söz etmek istiyorum dostum tam da bu noktada. Seneca, insanda iki kısmın bulunduğunu, bunlardan birinin yaralara, ateşe, acıya karşı duygulu olduğunu diğer kısmı ise akıllı kısmın oluşturduğunu söyler. Ve, tedbirimizi alırsak, hücuma uğrayabileceğimizi ama asla ele geçmeyeceğimizi belirtir.
İşte bence de yaşayan ölüler örgütünün bir üyesi olmamanın sırrı buradan geçiyor: Yaralanmak belki, ama hiçbir zaman ele geçmemek. Hayata hep büyük bir inançla sarılmak ve yaralı da olsa gülümseyebilmek.
Seneca, ayrıca özgürlüğü talihle boy ölçüşmek olarak değerlendiriyor. Talihiyle boy ölçüşebilecek cesarete sahip olan ve bunu her gün yeniden yapan insan her zaman özgür olacaktır. Ve özgür olan bir kişi de hayata asla yenilmeyecek, her tarafı çamurlara bulansa da hayatı ve ölümü hep ayakta karşılayacaktır. Öyleyse dostum, eğer hayat nehrinde aşağılara doğru yüzen birer alabalıksak, ya ırmağın bizi götürdüğü açık denizlere açılma cesaretini yakalayacağız, ya da ırmakta kendi ağımıza takılıp yaşayan birer ölüye dönüşeceğiz.
Başka bir seçeneğimiz yok.
Başka bir hayatımız da…

Ben açık denizlerin yolcusu olmayı seçtim çoktandır. “Boğulursan, büyük denizde boğulacaksın.” derler ya. İşte öyle boğulursam buna değmeli diye düşünüyorum. İnsan ancak açık denizlerde hayatın anlamını kavrıyor ve yaşadığının ayırtına varabiliyor. Tehlikeler, risklerin yanında heyecan, coşku ve derin bir yaşama sevinci duyumsatıyor açık denizler insana.

Sevgili Uzaklar,
Bugünlerde James Joyce’un “Dublinliler” adlı öykü kitabını okuyorum. Bildiğin gibi Joyce, o çetin kitabın “Ulysses”in yazarı. Kendisi de bir Dublinli olan Joyce bu kentin insanlarını acıları, küçük sevinçleri, düşleri ve aşklarıyla başarılı bir şekilde yansıtmış. Kitap baştan sona “basit” insanların hayal kırıklıkları ve monotonluğun sürekli çarpışmasıyla oluşan hayatlarını anlatıyor. Öyle hayatlar ki bunlar, yaşamak zaman geçirmekten keyifsiz bir günü daha devirmekten başka bir anlam taşımıyor.
James Joyce dedim de, “Ben James Joyce değilim, halkımın anlayacağı yalınlıkta yazarım. Mesajım umutsuzluk yerine umuttur.” diyen Brezilyalı büyük yazar Jorge Amado da öldü. Amado, Latin dünyasının yaşayan en büyük yazarlarındandı.
Bir kahve plantasyonunda doğan yazar, toplumsal eylemlerde de üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdi, Kitapları yasaklandı ve diktatörlük döneminde kitaplarının yakılması önerildi, sürgüne yollandı. Hayatı direnişle, mücadeleyle geçti. Hep yaşayan ölüler örgütüne karşı mücadele yürüttü.
Onun kalemi yalın, ama bir o kadar da kıvrak ve büyülüydü. Zaten bilirsin bu büyü, çoğu Latin Amerikalı yazarın kaleminin ucundan damlar. Onunla ilk kez çağdaş bir binbir gece masalı olarak nitelenen “Amerika’nın Türkler Tarafından Keşfi” adlı o muhteşem romanıyla tanışmıştım. Öykülerini anlattığı insanlar hep arayışı olan ve asla yaşayan ölüler örgütünün üyesi olmayacak tipte güçlü karakterlerdi. Kitaplarında kaynayan ve gürültüyle akan hayatlar vardı.
Amado öldü. Ama o hep hayatı savundu. Özgürlüğü ve aşkı bayrak yaptı kendisine. Amado ölmedi. Çünkü hayatı savunan insanlar ölse de gerçekte yaşar. Ama yaşayan ölüler örgütünün üyesi olanlar ise, yaşasa da birer ölüden başka bir şey değildir.
Amado öldü! Amado yaşıyor!

Sevgili Uzaklar,
Biliyorum ki, yaşayan ölülerin senin sonsuzluğunda işleri yok. Ve sen hep hayatı barındırdın içinde. Asi ve yaralı hayatı. Sana ulaşanlara sonsuzluğundan bahşettin.
Yaşayan ölüler örgütünün bir üyesi olmamak için sana sığınıyorum sevgili dostum.
Ve hayatımı sana adıyorum.

Sevgiyle kal.

Londra
1 Temmuz 2001

Erol Anar

Not: Yazarın baskısı tükenen “Sen” (Chiviyazıları Yayınevi, Istanbul, 2003) adlı kitabından alınmıștır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu