Uzun yıllar geçti. Çok uzun yıllar… Zaman zaman durup izlediğimiz. Zaman zaman içimizden taşarak isyan ettiğimiz. Bir aile düşünün, sürekli mahkeme kapılarında, hukuksal mücadele içerisinde, yalnızlıkla baş başa. Bir aile düşünün, inci taneleri gibi dağılan… Bir daha hiçbir zaman araya gelemeyecek bir aile… Baba bir ortaçağ yangınında erimiş, anne kocasının ardından dayanamamış, uzun süren sağlık sorunlarına yenilmiş… Bir aile düşünün öyle paramparça olmuş… Bitmiş, gitmiş…
Aradan uzun yıllar geçti. Tam yirmi iki sene… Bir fotoğraf kaldı geriye.. Hani üç şairin merdivenlerde oturduğu… Babamın önünde bir yangın tüpü… Metin Altıok’un elinde bir sopa… Uğur Kaynar düşünüyor öylece… Bekliyorlar, çaresiz… Aklım yerle bir oluyor ya hala… Binlerce sığırcık hızlı hızlı kanat çırparak havalanıyor… Onların çıkardığı ses kulaklarımda uğultuya dönüşüyor… Bir kaç saniyeliğine de olsa kalbim duruyor… Sonra aniden hızlı hızlı çarpmaya başlıyor…. Gözlerim kararıyor…. İçi artık gözyaşı akamayacak kadar acıyıp, yanıyor… Boğazıma kül doluyor… Yutkunamıyorum…
Oysa Benjamin Usta, “Son Bakışta Aşk” kitabında, “Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir.” der. Ne tuhaf! Geçmiş yitik bir liman gibi oysa…
Bizler, yani yakınlarını faili meçhulde yitirenler, o parlayıp giden resimle yaşamak zorunda kalan bu ülkenin küçük bir azınlığıyız. Geçmişin uçucu yanı anılarla hükmünü sürüyor artık. Yaklaşık on yedi bin olan faili devlet olan meçhul sayımızla tahmin edilenden çok, bir ülkenin utanmasına sebep olacak kadar yalnızız. Öte yandan siyasi saikle öldürülenlerin yakınlarının her biri kendine özgü hikayeleriyle bambaşka bir serüvenden geçtiler. Ama acılarında ortaklıklar fazlaydı. Nasıl mı? Babalarımıza ait davaların birçoğunun soruşturma ve kovuşturması yıllarca sürmüş, cinayetler hiçbir şekilde aydınlatılmamıştı. Anayasanın dahi üzerinde olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi defalarca ihlal edilmişti. Kimimizin on yıllardır açık davalarında geçen kilit isimler bir diğerimizin dava dosyasında karşımıza çıkıveriyordu. Tetikçilerden, maşalardan başka yargı önüne taşınmayan sorumlular, ödüllendirilen, terfi ettirilen, devlet kademelerinde yüksek mevkilere yerleştirilenler torba yasalarla salıverilen suçlular ve evrensel insan haklarına göre işletilemeyen tüm uygulamaların yüzümüze baka baka işletilmesi ve “zaman aşımı” olgusu peşimizi bırakmıyordu. Bir ülke düşünün, siyasi nedenlerle cinayetler ardı ardına yaşansın, devlet üzerine düşen görevi yerine getirmesin! Hatta katiller beraat ettirilsin, cezaları özendirici şekilde azaltılsın! Bu kadarla da kalmayıp, o katillere pasaportlar, ehliyetler, evlilik cüzdanları verilsin!
Bu ülkede zincire vurulmuş saadetin sona ermeyeceğine dair su götürmez bir inanç vardır nedense. Çünkü yaratıcılar korkutucudur. Özellikle ruhlarındaki ışığı, kendi kurdukları
zihinlerinin izbe koridorlarına hapsedenler için yaratıcı insan yok edilmesi gereken bir umacı gibidir.
Yaşadığımız coğrafyada yaratıcılar hep baskı altına alınmaya, yok sayılmaya ve yok edilmeye çalışıldı. Şaşırtıcı olansa yıllardır devam eden bu yok etme girişimlerine karşın yaratıcılar ısrarla, inatla ışıklarını saçmaya ve hayatı var etmeye devam ediyorlar. Belki de bu nedenle babam Behçet Aysan “Sesler ve Küller” kitabını, “Yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere, bütün acılara” adamıştı.
Şu çok açık ki, öldürülenler çoğaldıkça artık büyük bir yalnızlığa gömülüyorum. Yaşadığımız coğrafyada binlerce faili meçhulün olduğunu bilmek ıssızlığımı daha da arttırıyor artık. Üstelik bu öldürümler sonrasında aynı davaların peşinden sonuçsuzca gitmek bir işe yaramıyor. Yani Fuzuli’nin “söylesem tesiri yok/ sussam gönül razı değil”ini içselleştiriyoruz, gün be gün… Ezber edilmiş bir hikayenin içinde gibiyiz. Çünkü bizler bu süreçte, Abdi İpekçi’nin, Cevat Yurdakul’un, Kemal Türkler’in katillerinin salıverilmesini, Yusuf Ekinci’nin katillerinin müebbet hapisle tutuksuz yargılanmalarını, Hrant Dink davasında hak ve hukukun ayaklar altına alındığı o duruşma salonlarını, öfkeye ve umuda kesmiş haykırışları duyduk. Zulmü duyduk o sözlerde… O sözlerde yıllardır kırmızı bültenle aranmasına rağmen yakalanamayan, hatta onlara ehliyet, evlilik cüzdanları verilen tetikçilerimizin umursamazlığını duyduk. Yargılamalara rağmen bir kaç yıl sonra gülümseyerek gazetecilere poz veren katillerimizin bizde bıraktığı yürek sızısını duyduk. İlhan Erdost, Ümit Kaftancıoğlu, Musa Anter, Metin Göktepe, Turan Dursun ve birçok siyasi cinayet davasındaki adaletsizliği duyduk. Faili meçhul kalan canlarımızın, Sabahattin Ali’nin, Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un toprak altından, “artık yeter, daha fazla ölüm olmasın” diyen haykırışını duyduk. Sıvas davasında zamanaşımı kararının çıktığı gün gözü yaşlı annelere gaz bombaları atılmasının derin sızısını duyduk.
Artık anlam bulmakta zorlanıyorum artık bir çok şeye. Daha fazla acıyor canım. Sıvas’ta yakılarak öldürülen, on bir yaşındaki Koray Kaya’nın resmi düşüyor aklıma. Annesinin, “ben her gün bir fotoğraftan oğlumun tozunu alıyorum” haykırışı! Sonra Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail yanına geliyor Koray’ın… Artık kardeşsiniz siz, ne çare! diyorum. Yankılanıyor bu söz bin kere, milyon kere…
Geçtiğimiz 24 Ocak’ta babası Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümünde canım arkadaşım Özge demişti: “Bugün çabuk bitsin!” Aynı duyguyu 7 Kasım’da Alaz’ımın babası İlhan Erdost’un yanı başında da yaşamıştım. Ben de, “bugün çabuk bitsin” diyorum artık. Bu sözde aynı acılara akraba olmuşluğumuz var, biliyorum. Belki de her birimiz babam Behçet Aysan dizeleri gibiyiz: “Kırgınım saçılmış bir nar gibiyim/ Git dersen giderim / Kal dersen kalırım / Git dersen / Kuşlar da dönmez/ Güz kuşları (…) Aynı gökyüzü / aynı keder/ değişen bir şey yok hiç/ ölüm hariç”deyiz. Metin Altıok’un “Ömrümce kendimi hep sözde buldum /Söz cehennemdi yanıp kavruldum. /Yeniden doğdum kendi külümden, / Ben anka’ydım konuşuldum.” çığlığındayız.
Babam öldürüldüğü zaman, “hep bu kadar ağır yürek sızısıyla mı yaşayacağım?” diye düşünmüştüm. Biliyorum, kimse anlamak istemez, Sabahattin Ali öldürüldükten sonra uyuyamayan eşinin kızı Filiz’i de akşamdan sabaha ayakta durmaya zorladığını… Kimse bilmez, Ümit Kaftancıoğlu’nun çocuklarına bağlanması gereken maaşı devletin esirgediğini, ve bu paraya kavuşmak için ailenin ne çilelerden geçtiğini… Kimse görmez, eşi öldürüldükten sonra iki yavrusuyla baş başa kalan Gül Erdost’un her hafta sonu kızlarından gizli İlhan Erdost’un sevdiği türküleri dinleyip ağladığını… Bizim kardeşim Zeynep’le bir araya gelip babalarımızla ilgili yaptığımız her etkinlik öncesinde derin nefes alışlarımızı… Gözlerimiz kan çanağı…
Ne acı ki bizden sonrası da oldu… Babam öldürüldükten sonra ülkece çok şey biriktirdik. Doksanlı yıllarda on yedi bin beş yüz faili belli meçhul cinayeti biriktirdik mesela. Evladını yitiren anaların gözlerinden akan kan damlalarını biriktirdik. Lice’de, Kulp’ta her evden birden fazla öldürümü biriktirdik. Ebabil kuşları cesetleri kaçırıp, yok edip asit kuyularına atmasını biriktirdik.. Kimsesizler mezarlığının bile kendini çaresiz hissetmesini biriktirdik. Her Cumartesi Galatasaray Meydanı’ndaki kayıp yakınlarının isyanını biriktirdik. Sıvas 93’ünden sonra öldürülen Onat Kutlar’ın, Yasemin Cebenoyan’ın, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Hrant Dink’in acısını biriktirdik. Gezi’de toprağa yüzü düşen gencecik çocukların masumiyetini biriktirdik. Şimdi soruyorum size: Hukuksuzluk dört yanımızı sarmışken, nedir ki benim acım? Adaleti arayanlar soruşturuluyorsa, yıldırılmaya çalışılıyorsa, nedir ki benim acım? Babasıyla bir fotoğrafı bile olmayan can arkadaşlarım varken, nedir ki benim acım? Biz koca bir acılar ülkesiyiz artık.
Öylece ince bir sızıyla bekliyoruz… Yaşamayı…
Eren Aysan (zete.com)
Dünyalılar