Arka Bahçemiz

Besleme Bilinçle Egemenlik Mümkün mü?

Sömürgecilik emperyalizm ve nihayet küreselleşme… Üçü de özünde aynı, araçlar ve yöntemler farklılaşmış yalnızca. Daha rahat kontrol edilebilir, her anı ölçülebilir e-sömürgeciliğin başarıyla uygulandığı küreselleşme sürecinde enformasyon en önemli araç.

Sömürgecilikle güçlenen toplumlar tarih boyunca edindikleri deneyimleri değerlendirmekte ve kullanmakta oldukça başarılılar. Hiçbir açık bırakmadan ilerlemeye çalışıyorlar. Doğrusu onların tarih bilincini (kendi mantıkları içinde elbet) gıptayla izlememek mümkün değil.
Olan bitene baktıkça bazan bildiklerimizi tekrarlamakta yarar var diye düşünüyorum. Günlük tartışmaların içinde kayboluyor ve yeterince değerlendirmiyoruz çünkü.

Bu tekrarı birkaç açıdan yapmakta yarar var… Önce enformasyon dengesizliği diye adlandırdığımız durumun mantığını açıklamaya ilişkin bir değerlendirmeye göz atmak yararlı geliyor bana… Ancak bu enformasyon dengesizliğine göz yumanlar ya da aracı olanlar, işlemesine destek verenlerden başlamak istedim. Kendi toplumunun değil de küresel güçlerin çıkarlarını temsil edenlerden… Bunun için Cees Hamelink’ten uzun bir alıntı yapalım:

“… 18. Yüzyılın ortalarında, uluslararası kolonyalist bir ekonomi boyvermeye başladı yeryüzünde. Uluslararası ticaret ve enformasyon trafiği çevre ülkelerdeki değişimlerden sonra yeniden oluşmaya başladı ve yerini İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda, Portekiz ve diğer Avrupalı sömürgeci ülkelerle çevredeki ülkeler arasındaki akışa terketti. …

Yeni ticaret ve enformasyon yollarıyla birlikte, çevre ülkelerde yeni bir değerler ve düşünceler dizgesinin –yeni bir kültürün- “istilasına” ve yaygınlık kazanmasına tanık olundu. Tanrının yeryüzündeki krallığını genişletmek ve “primitive (ilkel)” insanları ve ruhlarını kurtarmak amacıyla misyonerler de kolonyalist tüccar ve savaş gemileriyle birlikte çevre ülkelere teşrif etmişlerdi. Sonuçta sömürgeciler, sömürge haline getirdikleri ülkelerde kendileri tarafından bu güzide” okullarda okumak için özel olarak seçilmiş, kendileriyle uzlaşabilecek küçük bir azınlığın eğitildiği ve Batılıların kültürünü, dinini ve dillerini öğreten ilk ecnebi okulları açtılar.
Bu okullarda eğitim gören insanların tümünün, kolonyalistleri körükörüne taklit ettikleri söylenemez kuşkusuz; ancak Batılıların açtıkları eğitim kurumları, sömürge ülkelerdeki yerli elit kesimin, -batılılara, onların yaşam biçimlerine özenmesine- yeni, batılı bakış açıları edinmesine önayak oldu. Birkaç kuşak sonra sömürge ülkelerde yaşayan kimi insanlar, Fransa’daki, İngiltere’deki ve Hollanda’daki üniversitelerde eğitim görmeye başladılar. Buralardan mezun olan, diploma alan insanlar sömürgeci ülkelerde ayrıcalıklı kişiler olarak görüldüler. Avrupa üniversitelerinden mezun olan insanlar Avrupalıların oyunlarını öğrendiler sonra da Avrupalıları kendi oyunlarında yenmeye başladılar. Fakat zamanla bu insanlar, Batı kültürünün kendi ulusal kültürlerinden daha üstün olduğunu düşünerek aşağılık kompleksine kapıldılar. …

Fransa’daki Saint Cyr’de, İngiltere’de Sandurst’ta ve Birleşik Devletler’deki sayısız askeri okulda, üçüncü dünya ülkelerinden binlerce askeri öğrencinin askeri eğitim görmeleri de oldukça çarpıcı sonuçları olan bir olaydır. Çünkü üçüncü dünya ülkelerinde gerçekleştirilen pek çok askeri darbede, Batılı ülkelerdeki askeri okullarda eğitim gören askerlerin imzası vardır.

Çevre ülkelerde, orduda, ekonomide ve hükümette önemli görev üstlenenler, kısacası ülkeyi yönetenlerin çoğu, sömürülen ülkeler –sözde siyasal- bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, Batıda eğitilmiş, Batının eğitim sisteminin çarklarından geçen insanlar arasından seçilmiş kişilerdir genellikle.

Çevre ülkelerdeki üniversite eğitimi, merkez ülkelerdeki eğitim modellerinden kopye edilmiştir. Dolayısıyla yerel, özgün eğitim modelleri geliştirilmesini savunan kimi insanların istekleri hiçe sayılmış, Batılılara öykünerek kurulan eğitim kurumlarında şu ya da bu şekilde Batı kültürü başat kültür olarak öğretilir hale gelmiştir.” (Köy Enstitülerinin değerini anlatır mı bu durum? M.Ç.)

Hamelink’in değerlendirmesi sonunda vurguladığı noktalardan biri artık sömürge valileri yerine o toplum içinden çıkan ve sömürgecilerin çıkarlarını temsil eden yerel yöneticilerin varlığı ve işlevi ile ilgili. Çoğu kez bu yerel yöneticiler bilinçsizliklerinden beslenen bilinçleriyle kime ve neye hizmet ettiklerinin farkında bile değiller… Ne işe yaradıklarının da.

İşte ulusal eğitim-öğretim düzeni… Bu yüzden temel bir öneme sahip. Hangi çıkarları temsil ettiğimizin bilincine sahip olmamız… Çok önemli. Yoksa baştan kaybediyoruz her şeyi.

Yine Hamelink’ten alıntı yaparak devam edelim:
“Üstüne üstlük, İrlandalıların 1920’de –siyasal- bağımsızlıklarını kazanmasıyla başlayan, 1945 ve 1947 yıllarında, sırasıyla Filipinlerle Hindistan’ın bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla ivme kazanan, Batılıların, sömürge ülkelerdeki yönetimleri doğrudan kontrol etme politikası etkinliğini yitirince, Batılı eğitim sistemini ve kültürünü çevre ülkelerde sürdürme ve egemen kılma çabaları, Batılı ülkeler için çok daha fazla önem kazandı. (Bu yıllarda (1946) ülkemizle imzalanan ikili işbirliği anlaşmasıyla ulusal eğitim-öğretim düzenimiz ABD’nin denetimine geçmiş olabilir mi? Bkz. Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, ABD TÜRKİYE Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu- M. Ç.) Çünkü sömürülen ülkelerde, Batılı sömürgeci ülkelerin ekonomik sömürülerini ve çıkarlarını zor kullanarak ve dayatarak koruyacak beyazlardan oluşan bir yönetim, bir ordu müfrezesi ve kolonyalist bir vali bulunmuyordu artık. Kolonyalist yöneticilerin yerini, sömürgeci kültürü ve sömürgecilerden miras kalan kimi kurumlar almıştı. Böylelikle sömürgeci ülkeler, sömürülen çevre ülkelerde, eski efendilerini aratmayacak yeni işbirlikçi yöneticiler aracılığıyla egemenliklerini gizli kapaklı sürdürüyorlardı. Çevre ülkelerdeki yeni yerli yöneticiler, ekonomik gelişmenin yollarını araştırırken, yana yakıla Batılıların ürünlerini ve geliştirdikleri yeni gelişme ve kalkınma modellerini aramaya ve onları benimsemeye koyuldular. (Burada ahhh! Dememek mümkün mü?? Hani çok övülen Menderes… Planlı kalkınma döneminden nasıl da bir iki Batılı uzmanın hazırladığı reçeteyle vazgeçti. (Prof. Dr. Sami Güven’in bu konuda çok güzel bir kitabı var; “1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerine Amerikan Kalkınma Reçeteleri- Hilts Raporu- Thornburg Raporu- Baker Raporu) Demiryolundan vazgeçip karayolu yapımına ağırlık vermek de o dönemin politikalarından… Ne yazık ki ekonomik bağımlılığa giden yolun kilometre taşlarından… O dönem yalnız biz değil, kalkınma yolunda hızla ilerleyen birkaç ülke daha aynı tuzağa düştü. Batılıların hazırladığı kalkınma reçeteleri aslında bağımlılık içindi. Ne yazık ki dört elle sarıldılar. Peki ne işe yaradı? Bu reçetelerle kalkınan kaç ülke var? Hepsi bağımlılık yoluna çevirdi direksiyonu. M.Ç.))
Bugün yaşadıklarımıza bir de bu çerçeveden bakalım mı? (devamı gelecek)

Meral ÇAKIR

www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu