Arka Bahçemiz

Fikret Başkaya: “Bu sıradan bir kriz değil, uygarlık krizidir”

Erol Anar, Özgür Üniversite Başkanı Doç. Dr. Fikret Başkaya ile “dunyalilar.org” adına bir söyleşi gerçekleştirdi. Fikret Başkaya, Erol Anar’ın sorularına şöyle yanıt verdi:

Erol Anar: Sevgili Fikret hocam, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiǧin için dunyalilar.org adına teşekkūr ederim. 1990’lı yılların sonlarında “Özgūr Üniversite” ve Tūrkiye Ortadoǧu Forumu Vakfı’nı birlikte yeniden kurmuş ve yaklaşık dört yıl beraber çalışmıştık. O yılları özlūyorum. O yıllardan bu yana Özgūr Üniversite anlamında neler deǧişti? Çalışmalarda ne gibi gelişmeler var?

Fikret Başkaya (FB): Özgür Üniversite’nin ilk faaliyete geçişi, Ekim 1992. Ben 1994 yılında “Paradigmanın İflas” adlı kitabımdan hapse girince, Özgür Üniversite bir sarsıntı geçirdi. Hapisten çıkınca, 1996’da Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfını kurduk ve sen kuruculardan biriydin. Ve Özgür Üniversite’yi de vakfın çatısı altına aldık. Özgür Üniversite’nin ve Forumun başlıca dört amaç etrafında faaliyet göstermesini amaçlıyorduk: 1. Resmi ideolojiyi ve resmi tarihi teşhir etmek, o alandaki bağnazlığa dikkat çekmek; 2. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın entellektüel alandaki olumsuz etkisine dair bir duyarlılık yaratmak; 3. Emperyalizmin yeni versiyonu olan neoliberal küreselleşmeye karşı mücadele etmek amacıyla ideolojik-entellektüel bir netleşme, bir karşı duruş yaratmaya çalışmak; ve nihayet 4. Özellikle Sovyet sisteminin dağılmasından sonra sosyalist-komünist toplum perspektifi ve idealindeki aşınmanın onarılmasına katkı yapmak…

İşte bu çerçevede ve bu amaçlar doğrultusunda, dersler, seminerler atölye çalışmaları, konferanslar, sempozyumlar yaptık. Periyodik bir yayınımız vardı. Yüz kadar kitap yayınladık… Merak edenler bir fikir edinmek için web sayfamız ‘ozguruniversite.org’a bakabilirler…  Bu zaman zarfından her yaştan ve meslekten on binlerce insan Özgür Üniversite’nin etkinliklerine katıldı… İki yıl önce Ankara’daki merkezi İstanbul’a taşıdık. Şu anda Ankara’da bir şube bulunmuyor. Son dönemde özellikle “yaratıcı ütopya” temasına odaklanmak gibi bir niyetimiz var…

EA: Marx’ın özellikle “1844 El Yazmaları” kitabında söz ettiǧi yabancılaşma gūnūmūzde boyutlandı. Tūketim kapitalizminin geldiǧi aşamada, insanları kendilerine, çevrelerine, yarattıkları artı deǧere yabancılaştıracak araçlar da çoǧaldı. Marx’ın sözūnū ettiǧi yabancılaşmanın boyutları inanılmaz biçimde arttı. Bu baǧlamda gūnūmūzdeki yabancılaşma sorununu nasıl deǧerlendiriyorsunuz?

FB: Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve tabii bir yabancılaşma yaratıyor ve her ileri aşamada yabancılaşma daha da büyüyor. Kapitalizm maddi olsun, manevi olsun, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerine, tüm gözeneklerine nüfuz ediyor, dönüştürüyor, değiştiriyor, dejenere ediyor. Tam bir tsunami gibi her şeyi kapsıyor. Canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. O kadar ki, felaketleri, acıları, yıkımları dahi bir kâr aracı haline getiriyor… Şimdilerde kapitalizmin yarattığı yabancılaşma, Marx’ın yaşadığı döneme göre çok daha derinleşmiş, genelleşmiş durumda… Nerdeyse insan insanlıktan çıkmanın eşiğine gelmiş gibi… Velhasıl, ürpertici, vahim bir tablo karşısındayız ama bu kepazeliği sorun edenler şimdilik çok küçük bir azınlık… Artık insanlar tam birer tüketim nesnesi haline gelmiş durumdalar. Sanki yabancılaşma kavramı durumu anlatmakta yetersiz… Akıl almaz bir kültürel çürüme almış başını gidiyor…

2001-2002 yıllarında, Kalecik Cezaevinde, “Çığırından çıkmış bir dünya” adlı kitabım için okumalar yaparken, Marx’ın, “Kapital”in yayınlanmamış bölümünde (sonradan yayınlanmış tabii) bir cümleye rastlamıştım. Marx, “öyle ki, sanki metalar birer insan satın alıcısı olarak ortaya çıkıyor” diyordu… Bundan birkaç ay önce bir AVM’nin konfeksiyon bölümünün önünden geçerken gördüğüm manzara, bana birden Marx’ın o söylediğini hatırlattı. Eşyalar arasına gömülmüş insanların tavır ve hareketleri, “burada kim kimi satın alıyor” dedirtecek cinstendi… Ve kendi kendime: “Burada iki türlü eşya var: duran eşyalar, yürüyen eşyalar”  dediğimi hatırlıyorum… Velhasıl durum vahim. Gerçi insanların kafasında bir beyin var, ama bir şeye yarayıp-yaramadığı artık tartışmalı… Tabii bu kepazeliğin farkında olan bir kesim de var ve iyi ki, var. Aksi halde durumumuz iyice umutsuz olurdu…

EA: Dūnyada “sol” “ilerici” görūnūmlū hūkūmetler, hatta “islâmi referanslı” hūkūmetler dahi neoliberalizmin uygulayıcısı durumundalar. Özellikle Latin Amerika’da bu “sol” görūnūmlū neoliberal politikaları hūkūmetler var, Brezilya örneǧinde olduǧu gibi.  Marksist coğrafyacı Harvey “Farklı muhalefet türlerinin birleştirilmesi daima temel önemde olacaǧını” belirtiyor. Slovakj Zizek’e göre  ise “demokratik motivasyonlara sahip taban hareketleri başarısız olmaya yazgılı görünüyor, bu yüzden belki de en iyisi küresel kapitalizmin ‘militarizasyon’ üzerinden süregiden habis döngüsünü kırmak” gerekiyor. Sizce Neoliberal cendereden çıkış yolu nedir?

FB: Sorduğun bu soruyla ilgili ekseri gözden kaçan bir şey var: Sanılıyor ki, her koşulda istenen ekonomik-sosyal model uygulanabilir! Böyle bir şey yok. Her ekonomik-sosyal model belirli sınıfsal güç dengelerine dayanıyor. Mesela II. Dünya savaşı sonrasında adı öyle konsun, konmasın, sosyal demokrat bir ekonomik-sosyal model geçerli oldu. O dönemde güçlü bir sendikal mücadele vardı, sosyalist-komünist ütopya canlıydı, Sovyet sisteminin prestiji yüksekti ve bir çekim merkezi durumundaydı, 1955 Bandung Konferansı sonrasında sömürge halkları ayağa kalkmış, “biz de varız, yüzyıllardır uzak tutulduğumuz sofraya dahil olmak istiyoruz” diyorlardı, sömürgeciliğin tahribatına son vermek istiyorlardı… Velhasıl, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir güçler dengesi oluşmuştu. Tabii böylesi bir güçler dengesi durumu da  kapitalizmin kuşatılması, ödünler vermek, “uyumlanmak”  zorunda kalması demekti…

Lâkin, 1979-1980 ‘den başlayarak, neoliberalizmin kendini dayatmasıyla, güçler dengesi kesin olarak sermaye lehine döndü. Dolayısıyla verili yeni güç dengesi durumunda artık ‘ben sol, sosyal demokrat bir program uygulayacağım’ demenin bir karşılığı yoktu… Hangi parti iktidara gelirse gelsin, yapabileceklerinin sınırı neoliberalizm tarafından belirlenmişti. Bir fikir vermek için, Türkiye”de 16 milyondan fazla işçi (proleter) var ve bunun sadece %6’sı sendikalı… Üstelik bu %6’nın %3’ünün toplu sözleşme hakkı yok! Sendikalarda “örgütlü” kesim 1 milyon kadar işçiyi kapsıyor. Sendikaların %90’ı da AKP iktidarının destekçisi… Şimdi böyle bir tablo varken kendine sosyal demokrat diyen bir partinin ne kadar şansı olabilir?

Senin de söylediğin gibi dünyanın neresinde olursa olsun, “sol” adına iktidar olan tüm partilerin neoliberalizme teslim olmalarının nedeni bu! Kaldı ki, artık sosyal demokrasi geride kaldı, O sayfa kapandı… Mesela neden CHP 1970’li yıllarda %40’ların üstünde oy alabiliyorken, şimdilerde %25’lerde patinaj yapıyor? Artık sosyal demokrasi mümkün değil, zira o sayfa kapandı ama başka şey yapmak mümkün…

EA: Kapitalizmin būyūk krizlerine baktıǧımızda, uzun depresyondan būyūk depresyona, 1873’ten 1929’a ve içinde yaşadıǧımız krize kadar bir sūreç var. Bu son krizin, sūrekli kriz olduǧu yönūnde yorumlar yapılıyor. Bu kriz bir anlamda kūreselleşmenin krizi. Bu kriz gerçekten size göre sūrekli bir kriz mi?   

FB: Mevcut durum, bildik “kriz” kavramıyla açıklanabilir mahiyette değil. Öyle bir noktaya gelindi ki, kapitalizm çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamıyor, patinaj yapıyor. Bu da genel bir sürdürülemezlik  durumunun ortaya çıktığı anlamına geliyor. Başka türlü söylersek, söz konusu olan sıradan bir kriz değil, bir uygarlık krizi… Dolayısıyla geride kalan dönemin yapısal krizlerinden farklı. Artık kapitalist sistem sadece sosyal kötülükler yaratmakla kalmıyor, ekolojik krizi de derinleştiriyor ve bu ikisi karşılıklı olarak bir birini azdırıyor, derinleştiriyor. Zaten içinde bulunduğumuz çağa antroposen çağ (anthropocène) deniyor. Bu, insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliğinin jeolojik dengeleri alt-üst edebilir duruma gelmesi demek! Tehlikeli jeolojik sonuçlar doğurma potansiyeli demek. Dolayısıyla, insanlığın ve uygarlığın geleceğinin tehlikeye atılması demek… Sorun ciddi, durum vahim yani… Velhasıl, insanların aklını başına alması gerektiği bir zamandayız… Zira işin şakaya gelir tarafı yok… Eski rotada ilerlemek giderek daha da zorlaşıyor…

EA: Tūrkiye’de yeni AVM’ler yapılıyor her gūn. AVM kūltūrū egemen oluyor  toplum içinde. Brezilya’da son zamanlarda moda olan “rolezinho”, özellikle yoksul gençler tarafından sosyal medya aracılığıyla yapılan çağrılarla, alışveriş merkezlerinde (AVM) toplu bir buluşma olarak niteleniyor. Bu, küçük bir gezi yapmak, bir tur atmak anlamına geliyor; ancak fiili bir işgal anlamına geliyor. Buralar, Marx’ın özellikle “Kapital”de dile getirdiği “meta fetişizmi” kavramının birebir görülebileceği alanlar. AVM kūltūrūnū, Tūrkiye açısından nasıl yorumluyorsun hocam? 

FB: Şimdilerde AVM’lerin mantar gibi bitmesi, biraz da “fonksiyonel kent” denilenle ilgili. Bu kavram 1933 yılında Le Corbusier tarafından ortaya atılmıştı. Otomobilin (arabanın) mesafeyi “sorun olmaktan çıkarması”, arabayla kent arasındaki ilişkiyi araba lehine çevirdi. Ve o aşamadan sonra araba kente değil, kent arabaya ‘uydurulur’ hale geldi. Bu tam bir saçmalıktı. O zaman kent merkezinin uzağında “uydu kent” denilenler inşa edildi ve devasa alış-veriş merkezleri (AVM’ler) kuruldu. Arabanın kenti esir alması ve AVM’lerin çoğalması, kenti çölleştirdi, İnsanların ayağı kent merkezinden kesildi. Artık insanlar evlerinden tiyatroya, sinemaya, alış-veriş yapmaya, gezinti yapmaya gitmek için şehir merkezine değil, ekseri merkeze uzak, yürüme mesafesinde olmayan  AVM’lere gidiyorlar. Metalaşma, çürüme pupa-yelken yol alıyor. Ve bu kepazelik bir de işte, büyüme, kalkınma, ilerleme adına meşrulaştırılıyor, kabullendiriliyor!

Türkiye’de AVM çılgınlığı o kadar büyük ki, dünya ölçeğinde bir yarışma olsa, dereceye girmesi kesin gibi… Artık AVM’ler birer tapınak haline gelmiş durumda … Genel eğilim dışında bunun bir nedeni de AKP iktidarının emlâk üzerinden yol alması, inşaat sektörünü ekonominin birinci sektör durumuna getirmesi. Emlâk rantına dönük bir politika önceliğine sahip olması. Fakat inşaat tam bir yıkıma dönüşmüş durumda… Netice itibariyle AVM kültürü meta yabancılaşmasını azdırdı, bir üst basamamağa taşıdı… Mesela ben Ankara’nın bir “uydu kenti” olan Batıkent’te ikâmet ediyorum. Yakınlarda, yürüme mesafesinde ne bir bakkal, ne bir manav, ne bir kasap, ne bir kırtasiyeci, ne bir kuru yemişçi, bunların hiçbiri yok… Sinema, tiyatro da ha keza… O zaman bizim yaşadığımız yerde sosyal ilişki, kültürel etkinlik yok demek!

EA: Biraz da gūncele gelelim hocam. Son dönemde Tūrkiye’de Rus uçaǧının vurulması gūndemde. Ayrıca gazetecilerin yaptıkları haberlerden dolayı hapsedilmeleri. Bu baskı her zaman vardı aslında. Ancak son yıllarda daha da pervasızlaştı sistem. Son olarak Can Dūndar ve Erdem Gūl tutuklandı. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi katledildi. Var olan kısmi özgūrlūkler de elden gidiyor ve cendere iyice daralıyor mu? 

FB: Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde sistem sıkışmış durumda. Ve bu durum bazı veçheleri itibariyle 1914 öncesini çağrıştırıyor. Böylesi durumlarda patinaj yapan aracın tekrar yola devam edebilmesi için iki seçenek var veya iki şey mümkün: Devrim veya savaş! Ve savaşın bir versiyonu olan faşizm… Türkiye hızla dinci faşizm rotasında yol alıyor. Demokratik-sol-seküler muhalefetin bir varlık gösterememesi, bu tehlikeli gidişi durduramaması durumda faşizm kaçınılmaz. Bir savaş ihtimalini de içererek tabii… Artık genel olarak kapitalizmin, özel olarak da Türkiye’deki rejimin insanlara teklif edebileceği bir şey yok. Bu rejiminin oyalama-aldatma yeteneğinin aşındığı anlamına geliyor ama tabii onu bir şansa dönüştürmek kaydıyla… O halde ellerinde bir tek seçenek kalıyor: baskıyı-şiddeti ve terörü tırmandırmak ve tırmandırıyorlar! Son birkaç ayda yapılan katliamlar, işlenen siyasi cinayetler ortada… Fakat çelişik olarak bu süreç bir skandalla birlikte yol alıyor: Hâlâ demokrasiden, demokratikleşmeden, işte AB kriterlerinden de söz etmeye devam ediyorlar.

Kürtlere yönelik utanmaz saldırı 1990’lı yılları bile geride bırakmış durumda. Her türlü demokratik tepki kanla bastırılıyor. Maalesef sol-sosyalist-demokrat-seküler muhalefetin bir yapısal şansızlığı da var: Türkiye’de bir aydınlanma ve modernite devriminin yaşanmamış olması demek, insanların ortalama bilincinin yurttaş bilinci değil, teba bilinci olması demektir. İşte bu durum, demagojiyi etkin bir şekilde kullanabilen kaşarlanmış şarlatan profesyonel politikacıların  işini kolaylaştırıyor… Son iki günde Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmaları, dün Diyarbakır Baro başkanı değerli dostumuz Tahir Elçi’nin hundarca, alçakca katledilmesi, işlerin ne yöne ve nasıl evrildiğinin bir göstergesi…

EA: AKP’yi nasıl deǧerlendiriyorsunuz? Aslında bence bunlar Neo-Osmanlıcı da deǧiller. Bu sadece içi boş bir söylemden ibaret kalıyor. Elbette diǧer partilerden biraz farkları var, ama AKP’nin sisteme, resmi ideolojiye “laiklik” dışında bir itirazı yok; aksine tepeden tırnaǧa resmi ideolojiyi “tek dil, tek ulus, tek millet…” kavramlarını savunuyor. Resmi ideolojinin yeni temsilcileri bunlar ve resmi ideolojiyi olduǧundan biraz farklı yorumluyorlar yalnızca. Bu konuda ne dūşūnūyorsunuz?

FB: Şahsen başlarda, hatta dört beş yıl öncesine kadar, AKP’yi, DP, AP, ANAP’ın devamı bir merkez sağ parti olarak görüyordum. AKP ve neoliberalizm temalı bir kitabın editörlüğünü de yapmıştım. Aslında o zaman o tespit büyük ölçüde doğruydu. Öyleydi ama bu gün artık öyle değil. AKP devlete egemen olup, yerini sağlamlaştırınca, gerçek yüzünü gösterdi, gerçek ajandasını açık etti… Aslında dönüm noktası 2010 anayasa referandumu ve 2011 “Arap Baharıydı”. Anayasa değişikliği elini güçlendirdi, Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidar olması, Başta T. Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerini heveslendirdi. Osmanlıyı XXI’inci yüzyılda ihya etme, Sūnni Müslüman kuşağın lideri ( halifesi) olma hayallerini depreştirdi. Tabii aç tavuğun düşünde kendini mısır ambarında görmesine bir mani yok… Suriye politikasında bunca bağnazlığı başka türlü açıklamak mümkün değil.

Tabii senin de söylediğin gibi, öyle resmi ideolojiyle hesaplaşmak diye bir dertleri yok ve hiç olmadı, olması da mümkün değildir. Amaç iktidar olup, bütçeyi ve hazineyi yağmalamak ve o işi Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir başarıyla yaptılar. Toplumu dincileştirerek, tebanın onayını alarak iktidarlarını kalıcılaştırmayı umuyorlar. Şimdilerde din, resmi ideolojinin asıl dayanağı haline gelmekte… Aslında dini ve milliyetçiliği kullanıyorlar bu alanda bir yenilik yok. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, şu veya bu şekilde arabanın duvara toslaması kaçınılmaz…

EA: Slavoj Zizek, “Sol, Paris saldırılarının ardından radikal Batılı kökenlerine sarılmalı” diyor. Bu, Avrupa merkezci bir görüş mü? Chomsky ise, devlet terörünü sorguluyor ve “terör” kavramının üzerinde kararı kılınmış bir niteleme olmadığına dikkat çekiyor. Siz Paris saldırıları ve İŞİD hakkında ne düşünüyorsunuz?

FB:  Doğrusu bu soru bir söyleşi boyutunda cevaplandırılabilir türden değil ama yine de bir özet denemesi yapabiliriz. Slovaj Zizek’in söylediğinde bir sorun yok. “Batılı kökene sarılmak” demek, aslında “aklını başına al” demek ve bunun Avrupa-merkezli bir görüş olduğunu sanmıyorum. Chomsky’nin tezlerine aynen katılıyorum. Netice itibariyle asıl terör devlet terörüdür veya devlet tarafından paydahlanan- araçsallaştırılan terördür. Kaldı ki, neyin terör, kimin terörist olduğuna da ABD ve Avrupalı müttefikleri karar veriyor. Dün “özgürlük savaşçısı” dediğine, başka bir gün dünyanın gelmiş geçmiş en tehlikeli teröristi diyebiliyor… Aslında terör söylemi tam bir tuzak işlevi de görüyor. Zira evrensel direnme hakkını sulandırıyor. Artık direnme hakkını kolaylıkla terör kategorisine dahil etme yolu açılıyor… Ve bu çok tehlikeli… Şahsen kavramlar üzerinde titizlikle durulması gerektiğini düşünüyorum. Zira kavramlar özgürleşmenin de köleleştirmenin de aracı olabiliyor…

İŞİD’e gelirsek, İŞİD’in ne olduğunu anlamak için ABD’nin II. Savaş sonrası jeostratejisini ve jeopoliğini ve Suudi Arabistan’ın ne mene bir “devlet” olduğunu bilmek gerekiyor. O halde iki şey: Birincisi, Suudi Arabistan denilen “tuhaf” devlet bir İngiliz yapımıdır; ikincisi, İŞİD ve benzeri selefi cihatçı Vahabi örgütler,  bir ABD-Suudi ortak yapımıdır… Bunlar öyle gökten zembille inmedikleri gibi, son birkaç yılın meselesi de değiller…

Eğer, İŞİD ve benzeri El-Kaide türevleri nedir denirse, bunların aslında ABD-Suudi ortak yapımı (co-production) bir Frankeştayn olduğu söylenebilir. Ki, bunu vaktiyle Pakistan’ın ilk kadın devlet başkanı olan Benazir Butto, ABD yöneticilerini uyarmak için söylemişti. “Dikkat edin, bir Frankeştayn yaratmak üzeresiniz.” demişti… Ve 2008’de o Frankeştayn tarafından hunharca katledildi… İŞİD’in ve benzerlerinin doğum yeri Afganistan’dır. Nur Muhammed Taraki yönetimindeki sosyalist hükümet 30 Nisan 1978’de iktidara geldi. Rejimi laikleştirdi, feodalizmin etkisini kırdı, dini bağnazlığı geriletti, kadınlara eşit haklar tanıdı, çocuk evliliklerini yasakladı, aynı şekilde başlık parasını da… Sendikaları yasallaştırdı, okullar, hastaneler açtı, yollar yaptı, yaygın bir okuma-yazma seferberliği başlattı, küçük çiftçileri destekledi… Ve tabii Sovyet yanlısı bu rejimin yaşamasına ABD ve Suudiler izin vermeyecekti.

Ne yaptılar? CIA (ABD), Suudiler ve Pakistanlılar 40 farklı ülkeden 35 bin teröristi eğittiler, donattılar, silahlandırdılar, finanse ettiler. Gelenler arasında ünlü Bin Ladin de vardı. İşte daha sonra “İslamcılar” denilenler böylece doğmuştu. Unutmamak gerekir ki, o dönemde Amerikalılar “mücahit savaşçılara” özgürlük savaşçısı diyorlardı… O özgürlük savaşçıları kurbanlarına işkence yapıyor, burunlarını, kulaklarını ve cinsel organlarını kesiyor, ölümleri uzasın diye derilerini yüzüyorlardı… Neler yaptıkları biliniyordu ama önemli olan “kimin için ve neden yaptıklarıydı…” Nitekim, ABD Başkanı Ronald Reagan o “özgürlük savaşçılarının” temsilcilerini Beyaz Sarayda ağırlamış ve bir de onlara övgüler yağdırmıştı…

Fanatik dinci mücahitler Taraki rejimini yakarken, Sovyetlere, komünizme karşı savaşırken ne yaptıkları önemli değildi. İşte İŞİD dahil, tüm El- Kaide türevleri o kökten türedi ve dünyanın dört bir yanına yayıldı. Geride kalan dönemde ABD- Suudi ortak yapımı Frankeşteyn’ın neler yaptığı malûm…

Mūsaadenle bir rakam vereyim. Bugün itibariyle Suudiler, Vahabiliği yaymak için, cami yapımı, imamların maaşı, “İslam kültür merkezleri, kitap yayını, gazete, radyo-televizyon, uydu, vb. için tam 87 milyar dolar harcadı…

2011 “Arap Baharından” sonra cihatçılar ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından desteklendiler… 2012 de ABD, Fransa, İngiltere  ve Türkiye, Ürdün’de bir eğitim kampı oluşturdular. Orada eğitilenlerden bir kısmı İŞİD’e katıldı. Aynı yıl ABD’nin Irak ve Suriye’nin bazı bölgelerinde bir İslam devleti projesi vardı… Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir…

EA: Hocam çok teşekkūrler.

FB: Ben teşekkūr ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu