Genel

Sovyet devriminin serüveni üzerine… Fikret BAŞKAYA

“Tarih, imtiyaz sahibi olmayanların duygu ve özlemlerini sıklıkla kaydetmez”.                                                                                                      G. R. Elton

 

  1. Toplumun sınıflara bölünüp, devletin, paranın ve mülkiyetin ortaya çıkmasıyla, şeylerin seyri radikal olarak değişti. Toplumlar ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, ikilemine hapsoldu. O tarihten sonra ezilen ve sömürülen kitleler maruz kaldıkları eşitsiz statüye itiraz etmekten hiç bir zaman vazgeçmediler. Esasen sınıflı toplumların tarihi, itirazların, direnişlerin, isyanların, devrimlerin de tarihiydi. Lâkin, tarih egemenler tarafından, egemen sınıfların adamları tarafından yazıldığı için, ezilenlerin çığlığı pek duyulmadı. Esasen geride kalan dönemin tarihi, köle isyanlarının, köylü isyanlarının, işçi isyanlarının ve devrimlerin tarihiydi ve tarihin asıl özneleri, ezilen ve sömürülen geniş halk kitleleriydi…

 

  1. Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum… olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında yaşayacaktı. Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. Marx/Engels, Komünist Manfesto’da bu durumu çok iyi özetliyorlardı: “Özgür yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.

Tarihin daha eski dönemlerinde hemen her yerde toplumun çeşitli zümreler hâlinde tamamıyla eklemlenişini, toplumsal konumların çok yönlü olarak derecelenişini görüyoruz: Eski Roma’da patrisiyenler, şövalyeler, plebler, köleler; Ortaçağda feodal beyler, vasallar, lonca ustaları, kalfalar, serfler ve bu sınıfların hemen hepsinde de özel derecelenmeler.

Feodal toplumun yıkıntıları arasında filizlenip yükselen modern burjuva toplumu sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Modern burjuva toplumu eski sınıfların yerine yeni sınıflar, eski baskı koşullarının yerine yeni baskı koşulları, eski mücadele biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmekten öteye gitmemiştir.”(1)

 

  1. Rus Sovyet Devrimi, insanlık tarihinin önemli kırılma noktalarından biriydi. Aynı, Büyük Fransız Devrimi, Paris Komünü, Meksika Devrimi, Çin Devrimi gibi, şeylerin seyrini radikal olarak değiştirme istidadı ve potansiyeli olan büyük bir tarihsel olaydı. Sadece Rusya’da değil, tüm dünyada ezilen halklar, sömürülen sınıflar katında muazzam bir umut yaratmıştı. Kurtuluş [emansipasyon] ütopyasının zirve yaptığı bir andı. Artık sınıflı toplumun aşılabilirliğine, yıkılabilirliğine dair beklentiler karşılık buluyor gibiydi… Aslında devrim Şubatta oldu ve Çarlık otokrasisini çökertti. Devrim şubatta oldu ve Ekimde (1917) Bolşevik Parti devleti ele geçirdi. Zira devrimi halk yapar, örgüt yapmaz. Devrim sadece devrim düşmanlarını değil, bizzat devrimin özneleri olan kitleleri de şaşırtır. Devrimin ne zaman patlayacağı da hiç bir zaman bilinemez, aksi halde devrimler olmazdı.

 

  1. Bolşevikler devleti ele geçirerek toplumu değiştirmek, sosyalist bir toplum inşa etmek istediler. Sosyalist inşanın da üretici güçlerin gelişmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Zira, iktidarı ele geçirdikleri tarihte Rusya emperyalist-kapitalist Batı’nın yarı-sömürgesi [semi-colonie] konumundaydı. Aslında retoriğe rağmen asıl yapılan ve yapılmak istenen, anti-kolonyalist, anti- emperyalist olmanın ötesinde bir şey de değildi. Genel bir çerçevede de “kalkınmacılıktıé. Zira, üretici güçleri geliştirme perspektifi söz konusu olduğunda bu emperyalist Batıyla yarışa girmek demeye gelirdi… “Batıyı yakalama ve aşma” perspektifi de, Batı’nın [kapitalizmin] yöntemlerini almakla mümkün olurdu. Nitekim, Lenin’in, Fordizmi ve Taylorizmi önemsemesinin, benimsemesinin nedeni, üretici güçleri geliştirme, Batıyı yakalayıp geçme tercihinin sonucuydu. Elbette yoksulluk ve sefalet ortamında sosyalizm inşa edilemezdi ama Batıyla yarışa girmek de sosyalist perspektife elveda demeye gelirdi. Oysa “başka şey yapmak” için “başka yola” girmek gerekiyordu… Kapitalizmin ayakları toplumu sosyalizme taşıyamazdı…

 

  1. Netice itibariyle Sovyetler Birliği, nerdeyse iki on yılda ekonomik, teknik ve bilimsel alanda büyük gelişmeler ve başarılar kaydetti ve dünyanın ikinci büyük gücü olmayı başardı.. Emperyalist Batı ile yarış iyi gidiyordu ama sosyalizm cephesinde durum umulanın ve beklenenin tam tersi istikametine savruldu. Kısa sürede devrimin asıl aktörü ve yaratıcısı olan Sovyetlerin (işçi, köylü konseylerinin) içi boşaltıldı. Devrim Çarlık rejimini, otokrasiyi yıktı, “devletleşen” Bolşevik Parti de devrimin içini boşalttı ve misyonuna ve varlık nedenine yabancılaştı. Oysa, sosyalist, dahası komünist perspektife sahip olan bir rejim, sınıflı toplumun asıl bileşenleri olan devleti, parayı, mülkiyeti ve ücretli köleliği sorun etmesi gerekirdi. Zira, bir başına üretim araçlarını devletleştirmek, sosyalizme giden yolu aralamak için yeterli olmazdı. Devletleştirme sosyalleştirmenin özdeşi olmadığı için. Elbette üretim ve yaşam araçlarının devlet mülkiyetinde olması, sermaye sınıfının elinde olmasından farklıdır ama, sonuçta sistem bir ücretli kölelik rejimi olmaya devam eder. Üretim araçlarının devletleştirildiği durumda sömürü kapitalist bir toplumdaki kadar sert ve vahşi olmasa da, sonuçta işçi sınıfının statüsünde önemli bir fark olmaz. Doğrudan üreticiler, üretim sürecinin ve toplumsal/politik sürecin asıl özneleri haline gelemezler… Aslında söylediğimi netleştirmek için şöyle bir örnek verebiliriz: ABD’de, mesela Detroit’te 1935 yılında otomobil fabrikasında çalışan bir işçiyle, Sovyetler Birliğinde Leningrad’da demir-çelik fabrikasında çalışan bir işçinin üretim sürecindeki konumlarında bir fark var mıydı ya da ne kadar?

 

  1. Zamanla rejim boğucu bir baskı rejimine dönüştü. Demokrasi, “burjuva demokrasisi” denilerek lânetlendi. Elbette burjuva demokrasisi kapitalist sınıflar tarafından sahnelenen sahte bir oyundan ibarettir ama bu demokrasiyi, özgürlükleri küçümsemenin gerekçesi olamazdı… Zira, böylesi bir tercih, çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak demeye gelirdi. Hiç bir muhalefete, hiç bir farklı düşünceye, muhalefet partisine, muhalefet odağına, hiç bir derneğe, vb. izin verilmedi, yaşama şansı tanınmadı. Devrimin en değerli önderleri, en yetenekli bilim ve düşünce adamları, sanatçıları uyduruk gerekçelerle, zalimce tasfiye edildi. Farklı düşünmek, rejimi eleştirmek, rejim düşmanı olmakla özdeş sayıldı. Özgür tartışmanın yasaklandığı, ifade özgürlüğünün olmadığı bir rejim sosyalist adını hak eder miydi? Artık sosyalizm, sadece devletin adında kalmıştı, rejim geniş halk kitlelerine külliyen yabancılaşmıştı…

 

  1. Devlet çıkarı her şeyin önüne geçti, enternasyonalizm içi boş bir slogana dönüştü. Sovyetler Birliği öncülüğünde kurulan III. Enternasyonal [Kömintern] Sovyet devletinin bir diplomatik aracına dönüştürüldü. Buna rağmen resmen çöktüğünün ilan edildiği güne kadar Sovyetler Birliği, ezilen-sömürülen halkların umudu olmaya devam etti. Ve çöküş, derin bir umut ve ütopya zaafı yarattı. Sosyalizmin mümkün ve gerekli olduğuna dair beklentiler yara aldı.

 

  1. Gerçi büyük umutlar bağlanan Sovyetlerin macerası, başarısız oldu ama bu sosyalizmin başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Zira, çöken sosyalizm değil, onun karikatürüydü… Sovyet sistemi çökse de ezilen/sömürülen, ama bu dünyanın tüm zenginliğini üreten kitlelerin gündeminden düşmesi mümkün değil. İnsanlar hiç bir zaman ve asla özgürlük, sosyal eşitlik, haysiyet ve gerçek demokrasi idealinden, hedefinden ve mücadelesinden vazgeçmezler, vazgeçemezler. Aksi halde öyle bir şey, kendilerini, varlık nedenlerini inkâr etmek anlamına gelir ki, eşyanın tabiatına aykırıdır. Tam tersine kapitalizmin yarattığı vahşet ortamında ve üstelik kapitalizm insanlığın varlığını ve geleceğini dahi tehlikeye atmışken, sosyalizm, komünizm perspektifi her zamankinden daha büyük önem ve değer kazanmış bulunuyor…

 

  1. Sovyet devrimi tarihin en önemli olaylarından biriydi dedik. Bu gün de başka bakımlardan hala önemli olmaya devam ediyor. Zira, o deneyden çıkarılacak çok önemli dersler var. Bir ilk deneydi başarısız oldu. Bundan sonra başarılı olmaması için bir neden var mı?

 

  1. Sovyet devriminin yüzüncü yılında, o devrimin yaratıcısı olan kahraman erkekleri, kadınları, gençleri, işçileri, köylüleri, askerleri, başta Lenin ve Troçki olmak üzere devrimin harika önderlerini en derin saygılarla selamlıyorum. Büyük insanlık size çok şey borçludur, size minnettardır zira, bize, ücretli kölelik sisteminin yıkılabilir olduğunu gösterdiniz…

Fikret Başkaya

Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu