Çevre

Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu Neden Öldürüldü?

DOĞANIN ARMONİSİNE KULAK VEREN ÇİFT: ALİ ULVİ VE AYSİN BÜYÜKNOHUTÇU’YU ÖLDÜRTEN GÜÇ

Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu

Bu yazıyı yazmama Ali Ulvi Büyüknohutçu ve Aysin Büyüknohutçu çiftinin katledilmesinin arka planını irdeleme isteği ve bu çift gibi başka doğa aktivistlerinin de neden baskıya ve zulümlere maruz kaldığını merak etmem neden olmuştur.

Öncelikle doğanın evrimsel sürecini didikleyerek başlayalım. İnsan, evrimsel sürecinde yol kat ederken; ekolojik dengeye aykırı yönelmelere zaman zaman girişmiş ve girişmeye de devam ediyor. Bileşeni olduğumuz doğa, hatta ve hatta  öz’ümüzün  ham maddesi olan doğa; diyalektik içinde dengesini bulan yapıya sahiptir. Bu diyalektik ile armoni (uyum, birliktelik) sağlayarak ilerleyen ideolojilerden ziyade doğayı bozan, onun dengesine karşıt yaklaşan; az zamanda maksimizasyon değeri yüksek pratikler sistemi inşa etmek isteyen ideolojiler armoniyi ve/veya dengeyi bozmaktadır. Bu ideolojiler “az zamanda yüksek maksimizasyon” ile doğayı sürdürülebilir şekilde tüketmek yerine bilinçsiz ve dengesiz şekilde tüketen ideolojilerdir. Sonuç olarak dengenin yıpranması da doğanın bozulmasına katalizör etkisi yapar (zihniniz de bunu somutlaştırmak istersem; nükleer patlama sonucunda Çernobil’deki ‘yaşam ağı’nın bozguna uğraması örnek verilebilir. Bu, doğanın akışına insan müdahalesidir; armoni yoktur; uyumsuzluk vardır). Bilimsel veriler de doğanın armonisine zarar verdiğimizi desteklemektedir. Örnek olarak David Harvey’in de “Umut Mekanları” (2002; 265-266)  adlı kitabında bahsettiği Kaygılı Bilimciler Birliğinin şu bildirisi teorimizi destekler niteliktedir;

İnsanlar ile doğal dünya çarpışma yörüngesine girmiş bulunmaktadırlar. İnsan faaliyeti çevre ve hayati kaynaklar üzerinde çok şiddetli ve onarılamaz hasarlar yaratmaktadır. Durdurulmadığı sürece şimdiki pratiklerimizin çoğu, insan toplumu ve bitki ve hayvan alemi için arzu ettiğimiz geleceği riske atabilir; canlı varlıklar dünyasını öyle tadil edebilir ki, yaşamın bildiğimiz şekliyle devam etmesi mümkün olmayabilir. Şu anki yörüngemizin yol açacağı çarpışmayı engellemek istiyorsak, acilen temel değişiklikler yapmamız gerekir (Kaygılı Bilimciler Birliği 1996).

Darwinizm ideolojisinin “doğal seçilim” kavramsallaştırmasının söylemleri bize doğa ile uyum ve denge içinde yaşamamız gerekliliğinden neredeyse iki yüzyıldır bahsediyor. Hem de iki yüzyıldır birçok evrim teorisyeni tarafından güncellenerek. Stephen Jay Gould – Darwin ve Sonrası (2000) adlı eseriyle bu ideolojiyi destekleyen önemli düşünce insanlarından biridir. Bu ideolojiye göre doğal seçilim ilerlemeci bir yaklaşımdan ziyade ‘uyum’u bünyesinde barındırır. Evrimsel süreç; bir planlı programlı ilerlemeden ziyade ‘rastgele’ ve ‘raslantısal’ bir şekilde yoluna devam eden ‘doğanın uyumu’na işaret eder. Verili toplumsal formasyonda; özümüzü oluşturan hammaddenin armonisi sayesinde var olduğumuzu unuturcasına, kişisel çıkarlar ve hırslar uğruna ona (doğaya) saldırıyor, dengesini bozuyor, zarar veriyoruz. ‘Teşekkür etmek’ gerekirken…

Teşekkür etmeyi bilen bir çiftti Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu. Teşekkürü borç bildiği bu doğaya muhtaç olduğumuzu bilen aydın bir çiftti. Çıkarları için doğayı talan etmeyi/ettirmeyi önemsiz görenlere -hakikate uzak olanlara- karşı durdukları için katledildiler. Kapitalizmin yıkıcı etkisinin sirayet ettiği üçüncü dünya ülkesi kıvamındaki bir ülkede rant uğruna katledildiler.

Darwin’in genel olarak biyoloji için öngördüğü bilimsel söylemleri, “Sosyal Darwinizm” kavramsallaştırması ile toplumsal alana taşıyıp; ideolojilerinin altyapısını meşrulaştıran burjuva iktidarı, doğadaki bu devinimin iki farklı boyutunu kendi pragmatik işlevselliği için göz ardı eder, ve elinde bulundurdukları devletin ideolojik aygıtlarıyla da bunu bireylere ikrar ettirir. Daha net ve kısa söylemek istersem; burjuva iktidarı, bilimi kendi çıkarları çerçevesinde yorumlayarak tebaasını kontrol etmek ister. Peki nedir bu iki farklı devinim? İnsanlar ve hayvanların yaşayış biçimleri ve özellikleridir.  K. Marx ve F. Engels, Nüfus sorunu ve Malthus (1976; 220-221) kitabında hayvan ile insanın evrimsel süreç içerisinde ayrıldığını söyler ve toplumsallığa (üstyapıya) vurgu yapar. İnsan, hayvanlardan evrim sürecinde ayrılarak toplumsal alan oluşturabilmiş -sosyal yaşam kurabilmiş- ve üretici bir güç olmuştur. Zamanla birikim kültürünün etkisiyle -ve onun itici etkisi sebebiyle ortaya çıkan teknolojiyle- de doğayı kontrol etmeye çalışmıştır. Lüks ve zevkler, devasa birikimler, tekelleşmeler vs. için, bu kontrol sürecinin farklı boyutlara taşınması ‘orman kanun’ları çatısı altında yorumlanmış (Sosyal Darwinizm) ve burjuva iktidarı tarafından oluşturulan söylemler ile de alanda dolaşıma sokulmuştur. Yani burjuva kültürünün ‘rekabetçi’ anlayışı, ‘amaca giden her yol mübahtır’ düşüncesi ve ‘güçlü olan ayakta kalır’ zihniyeti nesnel gerçekliğinden saptırılmış Darwinizm ile harmanlanarak “Sosyal Darwinizm” disiplini yaratılmış ve bilimsel meşruluk zemini oluşturulmuştur. Güç ilişkileri çerçevesindeki çıkar oyunları, doğanın içinde var olan bir özellik gibi sunulmuştur, liberal rekabet özelliği sanki bir doğal seçilim kanunu gibi gösterilmiştir. Fakat insanın üstyapıyı inşa etmesiyle birlikte bu özellikler hayvan ve bitkilerden daha farklı şekilde insan camiasında işleyiş gösterdiğine parmak basılmamıştır. İnsan, “güçlü olan güçsüz olanı yer” gibi aslan-geyik ilişkisine indirgenemeyecek evrimleşmeyi geçirmiş ve ona göre iletişim ilişkileri kurmuştur. Artık İnsan insanın kurdu olmamalıdır.

İnsan insanın kurdu olmayacak evrimleşmeyi geçirdiği halde, egemen zümre ve sınıflar, çıkarları için her daim bu evrimsel gelişimi gizlemişler (kültürel ve zihinsel gelişimleri) ve manipüle etmişlerdir. Bu form, burjuva hegemonyasının ve Darwinizm’in ortada olmadığı dönemlerde de vardı, fakat bilimsel kanunlardan ziyada metafizik yasalarla mekaniği oluşturuluyordu. Serol Teber’in, Doğanın İnsanlaşması (1980) adlı eserinde bahsettiği de budur;

Köleci toplumun resmi savına göre, bedensel, ruhsal yönlerden yetenekli, sağlıklı olanların (ki nedense bunlar hep büyük toprak sahipleri oluyorlardı), kölelerin-çalışanların yazgılarını belirlemeye “doğal” hakları vardır. Bu doğal bir yasadır. Köleci toplumların bu doğa felsefeleri, bütün sınıflı toplumsal ekonomik yapılarca, bunların egemen zümrelerince benimsenmiş ve resmi görüş olarak yasallaştırılmıştır. Bu sorun, burjuva devrimleri süresince, asıl sınıfsal özünden sapmadan, değişik biçimlerde sergilenmiştir. (1980; 347).

Fakat burjuva hegemonyasının başladığı günden sonra bu form şiddetlenmiş ve daha yıkıcı bir hal almıştır.

Kapitalist üretim ilişkileri dünyamızın yok olmasına sebep oluyor gibi kıyamet senaryolarından ziyade asıl gerçek olanın tehlikeli niteliksel dönüşümler olduğundan bahseden David Harvey’de; nitekim dünya yok olmayabilir fakat insanların ‘yaşam ağı’ tehlikeli niteliksel dönüşümler ile bertaraf olabilir perspektifinde yer almaktadır;

   Evrim, sekteye uğratılmamış olabilir fakat niteliksel dönüşümleri hiç de iç açıcı bir yönde değil. 20. Yüzyılın son yarısında pek çok niceliksel dönüşüm yaşanmıştır – en önemlilerini sıralamak gerekirse bunlar, bilimsel bilgi, mühendislik yeteneği, sınai çıktı, artık üretimi, yeni kimyasal bileşimlerin icadı, şehirleşme, nüfus artışı, uluslararası ticaret, fosil yakıt tüketimi, kaynak kullanımı, yaşamsal alanların farklılaşmasıdır. Bu niceliksel dönüşümler çevresel etkiler ve olası beklenmedik sonuçları itibariyle niteliksel bir dönüşümde içerir. Bunlara verdiğimiz karşılık ve bunları düşünme biçimlerimizin niteliği de benzer şekilde dönüşmelidir. Bugün gerçekleşmekte olan büyük çevresel dönüşümün beklenmeyen sonuçları olduğuna ( ki bunların bazıları doğrudan bize zarar vermekte, bazılarıysa gereksiz bir biçimde diğer türlere zarar vermektedir) dair kanıtlar tartışmasız olmamakla birlikte yeterince ikna edicidir -bkz. biyolojik çeşitliliğin artan oranlarda kaybolması. (2002; 271).

  1. Marx’dan David Harvey’e kadar uzanan eleştirel kuramların ortak özelliği ise; sözde Darwinizm ile meşru düzeneğini oluşturan liberal ideolojinin; ekonomi ile olan ittifakı ve bu ittifakın doğaya verdiği zarardır.

Biriktirme kültürünün etkisiyle güçlenen ekonomik temelli tahakküm, her daim iktidar ile ittifak içinde olmuş ve çoğu zaman yukarıda bahsettiğim dengeye zarar vermiştir. İktidar, içkin özelliği sebebiyle ekonomik birikimi yüksek olan bireyleri ve/veya grupları bünyesinde bulundurmuştur. Hatta ve hatta bazı düşünürlere göre iktidar, ekonomik gücün devamlılığı için ortaya çıkmış bir olgudur. Bu iki farklı perspektif tartışmaya açıktır, fakat burada önemli olan nokta; iktidarın işleyiş biçimidir.

İktidar, kendini nasıl yeniden ve yeniden üretir? İktidar nasıl bir efsundur ki çarpıklıklara, çatışmalara rağmen kabul görür ve devamlılığını sağlar? İktidar uygulanabiliyorsa bunu neye borçludur? Cevap verilmesi gereken sorular bunlardır. Ve karşımıza çıkan ilk ve en önemli cevap ise: iktidarın bu gücü ‘baskı’ya borçlu olmasıdır. Bu sorulara M. Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir adlı eserinde “İktidar asal olarak bastırandır. Doğayı, içgüdüleri, bir sınıfı, bireyleri baskı altına alandır” demesiyle de desteklenmiştir (1975,1976; 31). Yani iktidar gücünü baskı ile oluşturur. ‘Rızanın üretimi’ ile de gücüne güç katar ve hegemonyasını daha geniş alanlara yayar fakat birincil güç; baskıdır. Yani temel olarak iktidar, gücünü fiziksel ve/veya psikolojik baskıdan alır. Silahla ya da okulla, hapisle veya camiyle, kiliseyle, medya ile vs. örnekleri çoğaltabiliriz. Kısaca söylemek gerekirse iktidar gücünü zorbalıktan da alır, kendini dost göstererek -gizlenmiş baskı barındıran- sinsi oyunlarından da alır,  ve varlığını devam ettirir. Evrensel etik baskı olmadan bir yönetim şekli hayal etmemiz için çalışmalar sürdürse de bunun uzun uğraşlar ve titiz çalışmalar gerektirdiğini biliriz. Bazı düşünürler de uzun uğraşlar ve titiz çalışmalar ile bunun mümkün olamayacağını ve baskısız bir yönetimin; ütopik bir mesele olduğuna dem vurur. Velhasılıkelam şimdilik önemli olan; tarihsel arka planın bize, iktidarın baskı ile işlediğini defalarca göstermiş olmasıdır.

Ekonomik mücadeleler de iktidarın rolü; baskı mekanizmasını kullanarak ekonomik birikimi yüksek olan bireyleri ve/veya grupları ittifakı dâhilinde koruması, ve hukuki düzlemde de ekonomik eylemlerine meşru zemin hazırlaması, geçmiş zaman dilimlerinde göze çarpar. İktidar olgusunun yazıma açıklık getirecek noktası da burasıdır zaten. İktidar, ekonomi birikimi yüksek olan birey ve/veya grupları; karşılıklı kazanç ilişkisi çerçevesinde destekleyecek görevler edinmiştir. Bu, ucunda doğanın talan edilmesi olduğu zamanda çoğu kez geçerliliğini korumuştur (iktidarın doğaya zarar verenlere göz yumması ve/veya tolerans sağlaması gibi). Tarihte bunun bir sürü örneği vardır. Hepsini yazamam fakat zihnimizde somut şeyler oluşması için ‘Soma katliamı’ buna örnek gösterilebilir (soma katliamında iktidar; ekonomik birikimi yüksek olan zümrenin doğayı talan etmesine ve iş güvenliğindeki ihmalkarlığına göz yummuş ve cezalandırmamış, üstelik bu zümreyi söylemleriyle meşru kılmaya çalışmıştır. ve hukuki dava hala devam etmektedir).

Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu gibi doğa aktivistlerinin mermer üreticisi bir şirket tarafından desteklenen kiralık katil tarafından öldürülmesinde; eğer azmettiriciler ceza almazsa, tarihe bu da somut bir örnek olarak geçecektir! Finike’de yaşayan doğa aktivisti bu çift, Antalya’nın doğasına zarar veren ekonomik eylemlere karşı; meşru yollarla mücadele etmiş bir çiftti. Giriştikleri mücadele ile bu çift; Antalya’daki taş ve mermer ocağı sahibinin ve rant ağını sağlayan iktidar mensuplarının deyim yerindeyse “tekerine çomak sokmuştur” (taş ve mermer ocaklarının doğaya nasıl zarar verdiğini de internetten bulabilirsiniz).

Peki böyle bir durumda çıkarı zarar gören kişi veya kişiler cinayeti işletecek ve/veya işleyecek cesareti nereden buluyor? Tabii ki daha önce yaşanan benzer olaylardan. Daha açıklayıcı bir şekilde söylemek istersem, önünde engel olarak gördükleri bu çifti, kiralık katil ile katletme cesaretini; geçmiş iş cinayetlerinde ve/veya şaibeli işçi ölümlerinde suçlulara caydırıcı cezalar vermeyen siyasallaşmış hukuktan alıyor.  Burada kiralık katil kukladır, asıl sorumluları biliyoruz. Asıl sorumluların çıkar ittifaklarında doğayı umursamadığını da biliyoruz. Onlar için önemli olan güçtür. Zaten ‘güçlü olan hayatta kalır’ enformasyonu liberal perspektiften yorumlanan Darwinizm ile diğer disiplinlere de sirayet ettirilmiştir. “Her şey ülkenin kalkınması ve diğer ülkelerden daha güçlü olması içindir” diye bir söylem de alana yollandı mı; çark dönmeye başlar. Fakat Finike de yaşayan bu doğa aktivisti çift gibi durumun bir siyasal-ekonomik kurgu olduğunu fark edenler; her zaman var olacak ve çarkı durdurmaya çalışacak direniş alanları oluşturmaya gayret gösterecektir.

Yazımın sonlarına yaklaşırken; çevresel meseleleri farklı boyutlarda inceleyen Coğrafya ve Antropoloji profesörü David Harvey’in şu analizine kulak verelim diyorum;

Gezegendeki yaşamsal ağ öyle insan etkisine maruz kalmıştır ki, evrimin izleyeceği çizginin tam anlamıyla olmasa da ağırlıklı olarak bizim kolektif faaliyet ve eylemlerimize bağımlı olduğu açıkça görülebilmektedir. Sadece bu sebepten bile olsa, ihtiyatlı olmak önemlidir. (2002; 271).

Fakat ihtiyatlı olmak yerine, ihtiyatlı davrananları katleden, hapse atan, gözaltına alan, fiziksel ya da ruhsal şiddete maruz bırakan zihniyetler topluluğunun (iktidar ve ekonomik birikimi yüksek olan zümrelerin ittifakıyla oluşmuş zihniyetler), doğanın armonisini nasıl bozduğunu yaşadığımız coğrafyada da sık sık görmekteyiz.  Doğa bunun tepkisini kanserler, doğal afetler (insan müdahalesinden kaynaklı olan) ve nice başka hastalıklar ile göstermektedir. Kulak verip ihtiyatlı davranmayı seçen Ali Ulvi Büyüknohutçu ve Aysin Büyüknohutçu’yu öldüren katil; bu doğal dengeyi bozan zihniyetlerdir. Kanserlerin, doğal afetlerin sorumlularıdır. Öldüren şahıs da bu zihniyetlerin yeniden ve yeniden üreyen/üreten bir aracıdır.

Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu ise direniş alanlarının sesi olarak kalacak ve yeryüzü aşkın yüzü oluncaya kadar savaşacak insanların imgesi kalacak. Doğanın armonisine ayak uydurmamız için mücadele ederken düşen ve simgelerde ölümsüzleşecek olan Ali ve Aysin’ Büyüknohutçu’yu Adnan Yücelin “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” şiirinin şu kıtası ile anmak ve yazımı bitirmek istiyorum;

Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne

ne tan atışı doğumların sevincine

ey bir elinde mezarcılar yaratan,

bir elinde ebeler koşturan doğa

bu seslenişimiz yalnızca sana

yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini

bitmedi daha sürüyor o kavga

ve sürecek

yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

 

Süleyman Kaymaz

Dünyalılar – www.dunyalilar.org

 

KAYNAKÇA

  1. Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, [1975,76], (Çev. Şehsuvar Aktaş), Yapı Kredi Yayınları, 7.Baskı
  2. Harvey, Umut Mekanları, [2002], (Çev. Zeynep Gambetti), Metis Yayın, 1.Baskı
  3. Teber, Doğanın İnsanlaşması, [1980], Say Yayınları, 1.Baskı
  4. Marx, F. Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus [1976], (Çev. Oya Yaylalı), Sol Yayınları, 1.Baskı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu