“Eğer hem insanlarla ve hem de doğayla kaybettiğimiz ilişkiyi yeniden kurmak istiyorsak, arabanın yarattığı sorunlara radikal bir çözüm bulmamız gerekecek…”
Edward T. Hall*
Bir zamanlar Nesrin Sipahi’nin şarkısı ‘otomobil uçar gider’le, Mustafa Sandal’ın şarkısı da ‘onun arabası var güzel mi güzel’le başlıyordu… O uçup giden güzel araç hakkında aslında ne biliniyor? Tansu Çiller, herkese bir ev, bir araba (iki ahahtar) vadederek, seçim kazanıp başbakan olmuştu… Araba da konut gibi temel bir ihtiyaç mıdır?…
Başlarda araba bir zenginlik, lüks ve ‘özgürlük’ aracıydı… Aristokratların, büyük burjuvaların sahip olduğu bir oyuncaktı… İlerleyen dönemde reel ücretlerin yükselmesi ve üretim maliyetlerinin düşüşüyle araba kullanımı arttı. Ford T model arabanın mucidi Henry Ford’un 1908 yılında “The automobile for everybody” (herkese bir araba) vaadi ve sloganıyla otomobil satışları arttı… İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında, ‘refah devleti’ denilen dönemde de iyice hızlandı. Türkiye’de 2023 yılında 29 milyon 987 bin 701 motorlu aracın %52,5’si, 15 milyon 333 bin 952’u araba…
Elbette özel arabanın sağladığı bir dizi avantaj var: işte kapıdan kapıya ulaşımı mümkün kılıyor, istediğin yere gidebiliyor, istediğin yerde duruyor, seyahat kolaylığı sağlıyor, pazardan çarşıdan (şimdilerde AVM’den) satın alınanı taşıyor… Lâkin bu dünyada her konforun, her yararın bir karşılığı var. Hiçbir şey karşılıksız değil…
Ortalama büyüklükte bir araba üretmek için ağırlığının 2 katı kadar petrol ve 300 000 litre su harcamak gerekiyor… Aynı şekilde bir araba üretmek için ağırlığının 20 katı hammadde kullanmak gerekiyor… Mesela 1,5 ton ağırlığında bir araba üretmek için 30 ton hammadde gerekiyor… Arabalar tarafından atmosfere salınan ve sera etkisi yaratan karbon gazının atmosferin ısınmasındaki payı da yaklaşık %25… Araba atmosferi ısıtıyor, doğanın dengesini bozuyor, ekolojik yıkımı azdırıyor, görüntü ve gürültü kirliliği yaratıyor, havayı kirletiyor, yollar, sokaklar, kaldırımlar arabalar tarafından işgal edilmiş durumda ki, bu kentin ölümü demektir… Artık çocuklar sokağı olmayan kentlerde büyüyor… Sokağa yabancılaşmış bir çocuk ne demektir? Önemli bir yaşam ve sosyalleşme alanı olan sokağın olmadığı bir kentte, sokağa yabancılaşmış çocuklar nerede sosyalleşecek? Araba sayısı arttıkça daha çok yol, otoyol, köprü, tünel, alt-üst geçit, park yeri, benzin istasyonu, yaralılar için hastane gerekiyor ve bunun sonu yok! Otoyollar ekilebilir verimli toprakları, devasa toprakları tarımsal kullanım alanı dışına çıkarıyor…Yenilenemez bir kaynak olan petrol tükeniyor…
Fakat hepsi bu kadar değil. Araba sayısı arttıkça kent ulaşım hızı da düşüyor. Belirli saatlerde trafik sıkışıklığı yüzünden arabalı ulaşım tam bir cinnete dönüşüyor… Her halükârda ortalama araba hızı tren ve tramvay ve bisiklet hızının altına iniyor… Arabalar kent yüzeyinin yaklaşık %30’unu kapsıyor ve bu oran her geçen gün büyüyor… Araba insanlar arasındaki ilişkiyi de değiştiriyor, insanı toplumsal sorunlara yabancılaştırıyor, bencilleştiriyor, agresif, kaprisli yapıyor ve obezite riskini büyütüyor… Gerçi arabalar beş kişilik üretiliyor ama ekseri tek kişi taşınıyor… 70-80 kilogram ağırlığında bir insanı 1,5-2 ton ağırlığında bir araçla taşımak size mantıklı geliyor mu?
Trafik kazalarının neden olduğu ölüm ve yaralanmalar neden hiç sorun edilmiyor? Nitekim geçen yıl (2023) Türkiye’de 235 bin 71 trafik kazasında 6 bin 548 kişi öldü, 350 bin 855 kişi de yaralandı… Dünyada her yıl yaklaşık 1,3 milyondan fazla insan trafik kazalarında hayatını kaybediyor ve bunların %90’ı şimdilerde küresel Güney denilen yoksul ülkelerde gerçekleşiyor… Geride kalan 70-80 yılda trafik kazalarında ölenlerin sayısının savaşlarda ölenlerden daha çok olduğunu da unutmamak gerekiyor…
İnsanı arabayla, otobüsle, yükü kamyonla (TIR’la) taşımanın esas olduğu mevcut ulaşım sistemi hem arzulanır ve hem de sürdürülebilir değil… Arzulanır bir şey değil, zira insanî, sosyal ve ekolojik kötülükleri azdırıyor; sürdürülebilir değil zira her geçen gün çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor, netice itibariyle tam bir yıkım aracına dönüşmüş bulunuyor… Ve bu durumdan çıkmak da sanıldığı kadar zor değil… Yeter ki, insanî, sosyal ve ekolojik kaygılar esas alınsın… İnsanî ve sosyal kaygıları esas almak da münhasıran sermaye çıkarlarını gözeten, dar bir oligarşinin dayattığı mevcut ulaşım sisteminden çıkmakla mümkün olabilir…
Nasıl her tarihsel dönemde ve her toplumda geçerli olan enerji politikası, toplum çoğunluğunun ihtiyacına göre değil, mülk sahibi egemen sınıfların- şimdilerde sermaye sınıfının- ihtiyacına göre dizayn ediliyorsa, aynı şey ulaşım-taşımacılık alanı için de geçerli… Aksi halde bu gün araba (otomobil) başat ulaşım aracı mertebesine yükseltilmezdi… Zira geçerli ulaşım politikaları, toplum çoğunluğunun değil, dev otomobil tekellerinin, devasa petrol kartelinin, yol-otoyol-köprü inşa eden şirketlerin, bankaların, sigorta şirketlerinin, vb. çıkarına göre dizayn ediliyor… Başka türlü söylersek “büyük insanlığın” dışında ve aleyhine kotarılıyor…
Üç tarafı deniz, üstelik Marmara diye bir iç denize de sahip olan Türkiye’de deniz ulaşımı neden yok gibi… Bu bir tesadüf mü? Bir zorunluluğun sonucu mu? Tren ulaşımına son derecede uygun bir coğrafyaya sahip bu ülkede tren yolu taşımacılığı neden sembolik düzeyde? Eğer deniz ulaşımıyla bütünleşmiş, ülkenin tamamını kapsayan bir demiryolu ulaşımı olsaydı, otobüs ve araba kazaları bu günkü düzeyin çok altında olurdu… Kazalar katliama dönüşmezdi… Kent ulaşımı neden metro, tramvay, metrobüs, otobüs, bisiklet ağırlıklı değil? Neden milyonlarca araba yolları, sokakları dolduruyor?
Aslında parasız, toplu taşımacılık tercihi yapıldığında, kentin yeniden kent sakinlerine iadesi olanakla hale gelir, zira geçerli durum insanları yaşadıkları kente yabancılaştırıyor… O zaman kent içinden geçen yolların ve oto-yolların tamamını ve diğer yolların da bir kısmını ağaçlandırmak, sebze, meyve ve çiçek yetiştirmek, kentleri beton-asvalt silosu olmaktan çıkarmak mümkün hale gelir…
Toplu taşıma araçlarının ulaşamadığı uzak semtler, ücra mekanlar için midibüs, minibüs veya taksi tahsis edilebilir. “Son duraktan alma” yöntemiyle taksi ulaşımı devreye sokulabilir. Taksiyi birinin bıraktığı yerden başka biri alıp gittiği yere bırakabilir… Tabii taksi kamuya ait olmak şartıyla… Bisiklet ulaşımı özendirilir, duruma göre teleferik, asansör, yürüyen merdiven devreye sokulabilir… Dolayısıyla toplu taşıma araçlarının ulaşamadığı durumlarda sorun çözümsüz değildir… Mesela pazar yerlerine ulaşmak için araç tahsis edilebilir veya “yürüyen pazarlar” devreye sokulabilir…
Her yetişkine bir araba talebinin bir anlamı yok. Demokratik bir talep de sayılamaz… ABD’de 1000 kişiye 890 araba düşüyor. Eğer nüfusu 1 milyar 45 milyon olan Hindistan da aynı oranda arabaya sahip olsaydı, dünyanın kaynakları bir yılda biterdi… Onun için boşuna “neden söz ettiğini bilmek önemlidir” denmemiştir… Esasen nasıl bir ulaşım politikası sorusu, nasıl bir kentte, nasıl bir toplumda, nasıl bir dünyada yaşayacağız sorusundan bağımsız değil…
- La Dimension Cachée, Paris, Suil, 1978.
Fikret Başkaya
“İnsansızlıktan Üşürken” başlıklı yazımızı da okumak isterseniz…