Kızılçamların arasında yürüyorum. Gözüm yer yer kabarmış çam pürçeklerinde. Doğru yere bakmayı bilenler için kurumuş çam iğnelerinin altında ne hazineler gizli! Şu az ötedeki pırnalın altındaki sarı şey bir yumurta mantarı olabilir mi?
Ama hayır daha vakit erken. Sararmış bir yaprak sadece. Yarım saattir beyhude dolansam da, bir yerlerde mutlaka mantarlar patlamış olmalı. Hava müsait; yağmurlar döktü, gün hanım gösterdi yüzünü, önceki geceki fırtına gökgürültüleri içinde geceyi yararak zihinlerimizi de ilkel kıvılcımlarla bir anlığına aydınlatan yıldırımlarını sundu bize. Mantarlar da pek seviyor yıldırımları. Havadaki elektrik yükünün bu anlık boşalmaları, mantarların toprağın yüzüne çıkıp meyvelerini vermelerini tetikliyor.
Meyveleri diyorum zira bizim mantar dediğimiz şey aslında toprağın altında bazen kilometrelerce alan kaplayan ve bir yeraltı ağacını andıran misel ağının bir nevi meyvesi. Bu misel ağı aynı zamanda ormanın enformasyon otoyollarını ve patikalarını oluşturuyor, birbirine geçen katmanlarla adeta bir internet ağı gibi ağaçlar, toprak ve diğer canlılar arasında bizim kodlarını çözemediğimiz bir bilgi akışı gerçekleşiyor, orman anlayamadığımız şeylere bizim için gizemli tepkiler veriyor. Laboratuvar ortamında jazz davulunun mantarların daha hızlı patlamasına neden olduğu gözlenmiş mesela.
Bu düşünceler içinde kendimi tepenin güney yamacının en üst sıralarında buldum. Az ötede çamların dibindeki toprağın iyice altüst olduğunu gördüm. Domuz izleri. Ormanın jazz davulu da güz yetişti mi dişi sürülerinin peşinde kilometrelerce yol tepen erkek domuzların toprağı döven toynakları mı yoksa? Ve domuzların eşelediği yerin az yukarısında işte bir kaç domuz mantarı. Suillus luteus. Domuzlar bayılıyor bu mantara. Latince ismi de domuzun Latincesinden (sus) geliyor. Buralılarsa “çıntar ebesi” diyor bu mantara. Kendinden az sonra gelecek olan ve Ege köylülerinin en severek yediği çıntarın (daha kuzeyde melki ve kanlıca da diyorlar, Lactarius salmonicolor) habericisi olduğundan. Çıntar ve etçeden başka mantar yemiyor zaten burada köylüler, zehirleniriz korkusundan. Bense akşam önce fırınlayıp sonra sarımsakla kavuracağım domuz mantarı ziyafetini düşünüyorum.
Peşpeşe gelen tüfek sesleri bölüyor düşüncelerimi. Tepenin kuzey yakasından geliyor sesler. Ben mantar avındayken köylüler de domuz avında. Domuzu da yemiyorlar, Allah korkusundan. Kimi tarlalarını koruma bahanesiyle kimi sırf zevk için öldürüp bırakıyor ormanda. Eğilip mantarları toplarken domuzları düşünüyorum. Yamacın öte yanında canını dişine takmış avcılardan kaçıyor ormanın jazz davulcuları.
İlk evcilleştirilen hayvanlardan domuz (Sus scrofa). Tavuktan, inekten, keçiden çok önce köpek ve koyundan az sonra, insan yaban domuzlarını evcilleştip eti için beslemeye başlamış. Yahudiler ve Müslümanlar etini haram saysa da domuz tabusu aslında Kadim Orta Doğu’da çok daha eskilere dayanıyor ve bunun ekolojik nedenleri de var: domuz sulak alanlara ve tohumlu ağaçların bulunduğu ekosistemlere ihtiyaç duyuyor. Diğer besi hayvanlarının aksine hepçil ve leşçil bir beslenme rejimi var, tıpkı insan gibi önüne ne gelse yiyor. Yani Orta Doğu gibi bir yerde bir topluluğun büyük domuz sürüleri beslemesi ekolojik bir yıkıma neden olabilir. Tabii bir de domuz eti yapısı itibariyle insan etine çok benziyor, bugün genetik biliminin imkânları sayesinde insan ve domuz DNA’sının birbiriyle yüzde 98 benzerlik gösterdiğini biliyoruz. Kimbilir belki de domuz tabusunun altında bir çeşit türdeşini yememe güdüsü yatıyordu, domuz eti yemek bir çeşit yamyamlık sayılıyordu.
Oysa bu domuz tabusu bugün ekolojik bir önlem olmaktan çok uzak. Ortadoğu’da nedenini bile bilmediğimiz bu tabuyla yüzyıllar içinde domuzu pis, kötü ve düşman ilan ettik. Kardeşimiz domuz aynadaki sevmediğimiz aksimize dönüştü. Keçinin sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş. Yaşam alanları olan ormanları işgal ettikçe, doğal rakipleri olan kurtların ve ayıların soyunu kuruttukça domuzlarla da daha sık karşılaşır olduk. Güzelim kokulu kavunların, püsküllü mısırlarımızın peşinde tarlalarımıza iniyorlar. Köylüler tarlalara kurdukları minik barakalarda yaz boyu domuz nöbeti tutuyor. Peşpeşe patlayan tüfekler gündelik hayatın olağan seslerinden burada.
Sonra gazetelerde okuduğum haberler geliyor aklıma. İstanbul’da Kuzey Ormanları kesilirken evsiz kalan domuzlar mahallelere iniyor, yüzerek boğazı geçmeye çalışıyor. Samsun’da yolunu kaybetmiş, kara kışta hiç değilse çöp eşelenmek için şehre inmiş bir domuzu sanki kanlılarıymış gibi küfürler eşliğinde bağrış çağrış kovalıyor insanlar ellerinde taşlar, sopalarla. Tepenin ardında avcılar da etini bile yemeyecekleri, ormanda çürümeye bırakacakları domuzu vurmanın derdinde şimdi. O domuz hayattaki tüm nefret ettikleri şeylerin, korktukları yabanın cisimleşmiş hali onlar için.
Mantar sepetim doldu. Etrafta daha çok domuz mantarı var ama kalanı da avcıların elinden kurtulmasını umduğum yaban kardeşime bırakmalı. Son bir mantarı tam sapından kesecekken nasıl oldu anlamadan bir çam iğnesi bir yol bulup tırnağımla etin arasına giriyor. Bir damla kan akıyor toprağa. Bir tüfek daha patlıyor. Bir film düşüyor aklıma. Miyazaki Usta ne güzel anlatmıştı Prenses Mononoke’de yurtlarından edilen domuzların lanetinin ne büyük bir uyarı olduğunu insanlığa. Prens Ashitaka’nın sorusunu soruyorum ben de elimdeki mantara:
“Moro, neden insanlar ve orman bir arada yaşayamıyor? Neden bu kavgaya son veremiyoruz şimdi?”
Kelebek ok yay almış
Ava şikare çıkmış
Tonuzları korkutur
Ayuları kaçmağa
Kaygusuz Abdal, 14. yy
İnan Mayıs Aru
Dünyalılar