Yasaklar, sansürler ve tehditlerle, artık sallantıda olan iktidarını korumaya çalışan Erdoğan’ın bugünü, aslında dününden belliydi.
Bundan on yıl önce karikatüristlerle uğraşmaya başladığında hemen anlaşılmalıydı.
Belli ki toplumun hoşgörüsünü karşısına alacak kadar katı ve tehlikeli bir liderdi.
Oysa o günler en olmayacak insanların bile ona hayran olduğu günlerdi.
Daha ne diktatörlüğünden bahseden vardı, ne adaletsizliğinden.
Tersine ülkenin en “aydın” insanları tarafından bile büyük bir dünya lideri olarak kabul görüyor, zamanın hızlı Marksistleri dahi ona her fırsatta övgüler düzüyorlardı.
Kimsenin olan biteni bir bütün olarak görmeye, satır aralarını okumaya niyeti yoktu.
Herkes başlıklarla spotlarla yetiniyor; metnin içeriğiyle, hele hele ana mesajıyla kimse ilgilenmiyordu.
Oysa o, küçükken sokaktaki kediye işkence yapan bir çocuk gibiydi.
Büyüdükçe acımasız ve kontrolsüz biri olacağının sinyallerini, karikatüristlerle uğraşarak net bir şekilde vermişti.
Musa Kart’ın onu kedi olarak çizmesinin, ardından Penguen çizerlerinin Kart’a destek için Tayyipler Âlemi diye bir kapak yapmasının “etik” olup olmadığının tartışıldığı entelektüel sohbetler hatırlıyorum.
Hiç ummadığım insanlar Erdoğan’ı bu konuda haklı buluyorlardı.
Onun gibi inançlı birini kedi ya da fil ya da maymun olarak çizmenin etik olmadığına hemen ikna olanların mazereti netti.
“Şart mı” diyorlardı; “Ekonomiyi düzeltti, bizi Avrupa Birliği’ne sokacak, laiklik belasından kurtuluyoruz, Cumhuriyet hamaseti bitiyor, askeri vesayet kalkıyor, demokrasi nihayet onla geliyor; biraz saygı göstermek lazım adamın hassasiyetlerine…”
“Peki bunları ne için yapıyor?” diye sorduğunuzda cevap hazırdı:
“Sizin gibi faşist Kemalistleri susturmak için. Yıllarca inançlıları hor gördünüz. Başörtüleriyle uğraştınız. Sanatlarını kale almadınız. Aydınlarını küçümsediniz. Artık zaman onların zamanı” diyorlardı.
Kemalizmin ya da Atatürkçülüğün ya da laikliğin onların gözünde tek anlamı, faşizmdi.
Koca bir Cumhuriyet tarihine karşı birikmiş bir öfkeyle kabarmışlardı.
Kim olduğunu, ne yapmaya çalıştığını hiç sorgulamadan Kasımpaşalı bir kabadayıyla işbirliği yapıyorlardı.
O dini konularda hassastı; bunlar demokratik konularda.
Siz dini konulara hassasiyet gösterirseniz; o da demokrasiye ve liberallere hassasiyet gösterecek, velhasıl “Dindar liberal el ele, laikliğe bir tekme” diye Cumhuriyet rejiminin ne kadar laneti varsa hepsinden kurtulacaklardı.
Dinle devlet işlerinin birbirine karışmasından gocunmayan aydın karakterinin şuurdan yoksun sağduyusuna teslim oldu ülke.
O aydın karakteri 12 Eylül Anayasası değişsin, Kenan Evren yargılansın diye onay verdiği yeni anayasanın bir Truva atı olduğunu göz göre göre es geçti.
Dini referanslarla iktidara gelen bir liderin Cumhuriyet tarihinin tüm hatalarını düzeltme iddiasının altında üstünde ne var, umursayan olmadı.
Solcuların zamanında hayal edip yapamadığı ne varsa, sanki o yapacaktı ve ülkede hayat hemen güllük gülistanlık olacaktı.
Aydınlar büyük yanıldılar. Çok büyük yanıldılar. Fena yanıldılar.
Şu anda o yanılgının bedelini ödüyoruz.
Kürt sorunundan din sorununa kadar olanlara şüpheyle bakmayan ve soru sormadan politik hamasetin kuyruğuna takılıp akıl yürüten aydınların en büyük handikapı acı çekmekten hoşlanmamaları.
Kendilerini kandırmak pahasına gönüllerini hoş tutacak politikaların yapmacık söylemlerine o yüzden hâlâ hemen kanıyorlar.
68 kuşağının en önemli isimlerinden şair Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız… Suçlu olan şairlerdir… Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” der.
Türkiye kadersiz bir ülke çünkü aydınının “bilinç ve kapasitesi” anca politikacılarınınki kadar.
Politikacı, halkın gözünü boyar.
Aydın, halkın gözünü açar.
Bu denge bozulduğu anda ülke şimdi olduğu gibi aydın karanlığında alev alev yanar.
Mine Söğüt
Dünyalılar