“Yazmak gerek” demişti Nuh bana tanıştığımızın ilk günü, yani 7 Ocak 2012’de. Üçüncü günü bir defter koymuştu önüme “Al bu senin ilk defterin olsun” demişti. “Ne yazayım ki?” diye sormuştum hem ona hem kendime.
“Ne istiyorsan” oldu cevabı.
Bugün Nuh’a uzunca bir mektup yazmak istedim.
Sen artık bu ülkede kar yağdığında ilk akla gelensin. Ben hiç bir zaman sevmedim kış ve kışa dair şeyler. Karı da sevmezdim, kokusunu severdim bir tek. Havada bıraktığı o temiz kokuyu soluğumda hissettiğimde, hayatın da temizlendiğini düşünürdüm.. Şimdiyse kar kokusunu aldıkça kan kokusu soluyorum. Kokusunu da sevmiyorum artık.
Kokular hep başka dünyalar açardı ruhumun kapılarına.
Canım sıkıldıkça başka âlemlere dalayım diye kendimi attığım aktarlardaki başımı döndüren bin bir çeşit baharat kokusu da artık ölüm kokuyor bana.
Yaptığımız şeyleri yapmaya çalışıyorum. İlk başlarda zorlandım. Sonra yol beni götürdü birlikte yürüdüğümüz sokaklar…
İşten çıktıktan sonra seninle iskelede buluştuktan sonra yaptığımız gibi çarşıya doğru yürüyorum.
Gittiğimiz kitapevine gidip son çıkan kitaplara bakıyorum hem kendim hem senin için. Senin alabileceğini düşündüğüm bir kitabı alıp çıkıyorum.
Sonra balıkçılar çarşısına devam edip balıkları izliyorum. Balıkçıklarla sen sohbet ederdin, komik sohbetlerin senin, benim kenardan kahkahalarla izlediğim sohbetler. Bense sadece ölü balıklarları izleyip, onlarla konuşuyorum içimden. Şarküterileri izliyorum biraz.
Şaşkın şaşkın kendimi çarşının coşkulu ritmine bırakıyorum.
Akıl almaz fiyatlar gün be gün artıyor. Senin deyiminle “Bir kilo meyve parasına biraz daha eklesem kira çıkacak.”
Çarşıdaki son durak tabii ki sevgili tekelimiz, şarapçı amcamız. İnsan sarrafı, güler yüzlü, senin deyiminle “tam bir esnaf”.
Olaydan sonra ilk gittiğimde beni görünce ağladı. Seni televizyonda görünce inanamamış. Olayın Yeldeğirmeni’nde olduğunu öğrenince orada binaları olan köylüleri aklına gelmiş. Hepsini tek tek arayıp sormuş sizin binanız mı diye. Evet onun köylüsünün binasındaki kiracıymış katil. Bizim amca “Binadan çıksın gitsinler” diye tembihlemiş sıkıca. Bana “Merak etme çıkacaklar ordan” dedi.
Şimdilerde senin bana ilk aldığın ve benim çok sevdiğim şarabı gittiğimde kalmaz diye ayırıyormuş mutlaka.
Laflıyoruz. Romatizmalarından, iş güçten, ülkenin durumundan sonra. Hâlâ dil alışkanlığı selam söylüyor sana ben oradan ayrılırken.
Geçen hafta gittiğimde yoktu. Kızı vardı. Hastalanmış. Dükkân üstüme üstüme geldi. Kızıyla karşılıklı ağladık durduk. Bir seferinde tüm çarşıyı tamamlayıp bir aktarın önünden geçerken soluksuz kaldığımda oraya atmıştım kendimi çığlık çığlığa ağlayarak.
Yine kızı vardı. Sarılmıştık sımsıkı.
Mahalleye geliyorum sonra. Nebahat ablada çay içiyorum. Senden konuşuyoruz. Sevmediğin o kahve fincanı olarak kullandığı cam bardakları kullanmaya devam ediyor ve “Hiç sevmezdi bu bardakları” diyor, gözü doluyor.
Devam edip tatlıcı Yunus’a geçiyorum. Laflıyoruz onunla ve annesiyle. Biz sohbet ederken zihnimde sen tezgahtaki tatlıları seçiyorsun kendin ve benim için. Dalıyorum vitrindeki tepsiye. Yunus “Abla bundan vereyim mi?” diye soruyor. “Yok” diyorum, sevdiğin tatlıya bakarak. Gülümsüyoruz Yunus’la karşılıklı.
Hiç tahmin etmezsin ama Cevdet seni çok seviyormuş. Uzunca süre gitmedim balıkçıya. İş çıkışı, tam İskender’in yaptığı heykelin yerleştirileceği gün köşe başında karşılaştık. Beni çekiştirip oturttu masaya, bana “Abla her zamankinden yaptırıyorum, işten geliyorsun, açsındır” dedi. Ben daha yok demeye kalmadan karşımdaki sandalyeye oturmuş senden bahsedip ağlıyordu bir yandan.
Televizyonda gördüğünde mutfaktaki herkese anlatmış. Kimse çıkartamamış yüzünü. “Abla onlar mutfakta, nerden bilsinler. Geleni gideni ben biliyorum. İyi ki gördüm seni. Kimseyle konuşamadım acımı” dedi ağlamaya başladım, gözyaşlarım tabaktaki balıkları yıkadı bolca. Cevdet sipariş için nasıl kök söktürdüğünü, dalga geçmeleri anlatıp gülümsetti beni. Balık tezgahının önünde balıkları ve Cevdet’i yerle bir etmelerin geldi aklıma gülümsedim.
Heykel yerleştirecekti o gün. Sevgili İskender Giray senin için bir heykel yaptı. İskender’le tanıştığımız gün aklıma gelen ilk şey Berkin için yaptığı “Ekmekçi” heykelini görmeye gittiğimiz gündü. Onun yüzüne bakarken senin “Ne kadar vicdanlı insanlar var. Vicdanlı sanatçılar var. Nasıl güzel bir insanmış bunu yapan” cümlen geçti aklımdan. İskender’in canı çokça yanmış, o vicdanlı sanatçı, güzel insan acısını demirden sağaltıp ” Ayrışma” adlı heykele dönüştürdü senin için. İsteyebileceğin, sana dairdi yaptığı.
Neler neler yapılmadı ki ardından. Sana dair yazdılar en yalın haliyle en yakın dostların ve bir şekilde temasın olanlar. Seni çizdi sevdiğin Esin, yüzünde alaycı gülümsemen ve boynunda fularınla.
Eski arkadaşların üniversite anılarını ve albümlerini çıkardı ortaya.
Bir de pespaye medya camiasının günah çıkarması vardı ki evlere şenlik. Ekranlardan timsah gözyaşları süzüldükçe süzüldü. Gazetelerin köşelerinden senin nasıl iyi, nasıl zeki, muhteşem bir gazeteci olduğuna dair çokça cümle okuduk. Ama senin işten atılıp, 9 ay boyunca işsiz kaldığında o yazanların kapısını çalıp nasıl geri çevrildiğini hiç okuyamadık.
Sana işsizken kapanan tüm ana akım ve muhalif basının kapısı, seni tanımış olma payesine sahip olan bütün eski, eşe dosta açıldı sonuna kadar.
Ölüler yaşayanlardan hep daha kıymetli olmuştur dünya tarihi boyunca.
Nasılsa çıkıp “Hayır öyle değildi” diyemediklerinden, gideni bir şekilde tanıyan herkes anı dizip, söz söyleme hakkı görüyor fütursuzca.
İşsizken telefonuna cevap vermeyen herkes çıkıp bolca senden konuştu ya da yazdı yalandan acı çekerek.
Yaptığın projelerden birinin aslında hayata tam geçmek üzereyken bu elim durumun olduğu bile konuşuldu utanmadan.
Ahh canım ya çoğuyla dalga bile geçemeyeceğin yazılar, görseller döndü durdu her yerde, hâlâ da dönüyor sosyal medyada. Yoldaş bile oldun ya herkese.
Eylem vs için sokağa çıktığımda dalga geçmek için kullandığın “Yoldaş Ferda”, “Yoldaş Nuh”a dönüştü. Ama dalga filan değil. Gerçekten yoldaş diyor sana insanlar, gruplar, örgütler.
“Canımız, yoldaşımız….” diye uzayan vıcık vıcık cümleler kuruluyor senin ardından.
Yakın dostların(mız)la gülümsüyoruz sadece bu acınası hale.
Gazeteciler Sendikası dışında uzunca zamandır örgütlü bir yaşamı olmayan seni yoldaş belirleyip utanmadan partili bile yaptılar.
O muhalif kişiliğini hangi partiye entegre edeceklerini bilemediler. O yüzden x partili ya da y partili diye anıldın çoğunlukla.
Gezi sonrası evlerimize dönüşte benim dâhil olduğum ama senin ısrarla dâhil olmadığın mahalle dayanışmasına dair sözlerin geliyor aklıma “Sizin o kıçı kırık dayanışmanız.”
Ben ne kadar sokaktaysam sen evde olmak istemiştin.. Ta ki son iki aylık ayrılık sürecimiz sonrasında “Sen neredeysen senin yanında olacağım ama senin yanında olmak için” demen yüzünden dayanışmadan bile oldun.
Sırf Haydarpaşa Projesine dair bir yazı yazmak için katıldığın Haydarpaşa eyleminde ya da kent mitinginde tuttuğum pankartı “arkadaşlara selam vereceğim, konuşma yapacağım” diye sana yamadığım için hiç istemediğin halde dayanışmanın bile yoldaşı oldun. Son gün bana yemek yapıp “Gitme şu eyleme, bak sevdiğin şarabı aldım, kar yağarken otur şarabını iç” demeni dinlemeyip ısrarla eyleme gitmek istemem ve senin de “Neyse gidiyorsun geleyim bari, sana göz kulak olurum, seni paket yaparlarsa da alın bunu bi daha salmayın sokağa derim, en kötü sizinkilerle kartopu oynarım” deyip gelmen ve böyle sonuçlanması da seni dayanışmanın sağlam bir neferi yaptı.
Hem sonra dayanışma sayfaları binlerce beğeni almış o hafta. O beğeniler senin gitmiş olmandan daha çok konuşuldukça içim kalktı olduğum yerden acıyla.
Herkese lazım olan bir ölü nefer maalesef ki. Hayatta olanların tüm becerisi giden ölüleri sıkı sıkıya tutup devrimin neferi yapmaktan geçiyor.
Seni tanımayıp, uzunca bir süre aynı evi paylaşmamış olsaydım ben bile inanırdım bunlara belki.
Biraz zorlasalar evini, yerini değiştirip yeni bir hayat hikâyesi bile yazabilirlerdi sana. Şanslıydım ki kendine dair her şeyi anlatmıştın bana. Tüm hayatını, hayatının dönemeçlerini, aileni, aşklarını, biten evliliğini, kırgınlıklarını, sevinçlerini… Sana dair her şeyi, herkesi biliyordum.
Sen anlattıkça bunca bilgi bazen fazla gelirdi. Yeter dur derdim. Durmazdın anlatırdın usanmadan. Sen gidince bana anlattığın herkes, her şey bir bir ortaya çıktı. Tamda senin anlattığın gibiydiler. Aradan zaman geçtikçe defterlerini okuyacak gücü bulduğumda tüm anlattıkların yeni baştan serildi önüme. Anlattığın her şey, herkes defterlerde vücut buluyordu tüm iyiliğiyle, kötülüğüyle capcanlı.
Hep anlattığın ve defterlere yazdığın uzaktaki sevdiğin dostların çıkıp geldi elimi tutup, destek olmaya.
Kırıp döküp incitenler de çıktı sayfaların içinden hayatın gerçeğine…
Arjantinde Alejandro ile geçen üç yılın tüm anlattıklarınla birebir aynıydı. Okurken arada kıskanmadım diyemem aşkınızı. Alejandro okyanuslar ötesinden acımı sarmak için el uzattı bana. Tam da onu tanımladığın haliyle kadın olmanın ötesinde bir insan olarak.
Bu arada senin deyiminle “eski kırıklarından” ki harika kadınlar onlar, güzel dostlar biriktirdim…
Bana destek olmak için çabalayan kocaman yürekli kadınlar. Son süreçteki fotoğraflarda ne kadar mutlu göründüğünü söylediler. “Ona iyi gelmişsin” dediler. Birbirimize iyi gelmiştik oysaki. Arada hâlâ seni çekiştiriyoruz iyi kötü her yanınla.
Sana dair kötü hiç bir şey söylenmiyor. Tüm o nemrutluklarında seninle birlikte ayrıldı insanların anılarından. Herkes için badem gözü ve sırma saçlısın artık.
Oysaki benim her zaman sırma saçlı badem gözlümdün. O sırma saçlarını çok severken aslında bana dair bir nedenle kestirmenin muzip hikâyesi duruyor özel bir köşede.
Eve geliyorum. Evin her yeri sen. Kullandığın mide ilacın mutfakta olduğu yerde, diş fırçan banyoda duruyor.
Kitaplarımızı birleştirirken neşeyle, yeniden düzenlediğin kütüphane en iyi dostlarımdan oldu. Tek bir kitabın yerini bile değiştirmiyorum ve kimsenin dokunmasını istemiyorum kitaplara.
Senin alışkanlığınla Spinoza’ya dair yeni çıkan kitapları da takip ediyorum, kitaplığa ilave etmek üzere.
Futbol oynamaya giderken kullandığın sırt çantan olduğu haliyle duruyor. Ön gözünde Karşı Lig’in ikinci sezonunun açılışında kendine yaptığın döviz için kullandığın kalemler var. “Faşizme Karşı Toplu Mücadele” yazıp topu bana çizdirdiğin döviz. Ligin açılışında bizim takım için uygun gördüğün ama kabul görmeyen ana pankart yazısı. Oysaki şimdilerde sen buradayken, görüşmekten imtina ettiklerinin ardında dizildiği bir pankartta yer aldı hayattayken kıymeti olmayan sözün.
Futbol yazarı, izleyicisi sıkı bir Beşiktaş taraftarıydın ama ben futbol oynuyorum ve orada da vakit geçirelim diye dâhil olduğun futbola ara verdim artık.
Son süreçte saha kenarında yaşadığın tatsız şeylerin birikmesiyle “Ferdam senin için oradaydım, ama artık bunu yapamayacağım ama sen orada ol, ben seni kenardan izleyeyim” sözüne istinaden arada oynayacağım sırf sen futbolumla dalga geçmeye devam et diye.
Yaşlı ninemiz Hepa ilk günler çok bekledi seni. Ağladı, içlendi köpek dilinde. Bir süre evden uzakta kaldı ama döndüğünde beklemeye devam etti. Taki yıkanmayan bir kıyafetini ona verip, üzerinde yatmasına izin verene kadar. Sesinin olduğu kaydı açtığımda heyecandan delirdi evin içinde. Sonra ben uzunca ağlayınca o da ağladı yanı başımda.
Sevgili annen, Çiiğdem anneyle konuşuyoruz sıkça. “Kızım bana hep çıkıp gelecek gibi geliyor. Uzaktaydı ondan herhalde. Ama sana öyle gelmez ki, aynı evin içindeydin Nuhumla” diyor. Tutunuyoruz bir telefonun ucundan birbirimize.
Ülkede günler karadıkça karardı sen gittikten sonra. Bombalar patladı her yerde, hayatımızın ta içinde. Ölüler paramparça edildi, yakıldı insanlar canlıyken. Başka sevdiklerimiz de geldi ardından bir iki üç diye. Sonra isimlerini anımsayamayacak kadar çok oldu zamansız, istemeden gidenler. Cenaze, mezarlık, taziye ve adaletsiz adliye sarayları arasında sürdü hayatımız. Cami avlularında anlamadığımız dildeki uzadıkça uzayan dualar, tekbirler oldu çokça. Gidenlere dair olmayıp kalanların ve geleneklerin kararıyla bizim için işkenceye dönüşen dualar ve de. Acının birleştirdiği ve gün geçtikçe büyüyen, kan bağından daha sıkı bağlanmış başka türlü kocaman bir aile olduk.
Fotoğraflara bakıyorum. Bizim fotoğraflarımıza, Arjantin’deki fotoğraflarında. Mutlu görünüyorsun. Sevgili dostumuz Dilek’in deyimiyle tam zirvede bıraktın.
Tam da olmak istediğin yerde, olmak istediğin kişiyken, işsizliğin ağır yükünü bir yana koyup üretmeye başlamışken, çokça severken ve sevilirken aşkla.
Aykırı bir yolcu oldun hayat boyu, yazarken yarım kalan senaryonun bir bölümünün adındaki gibi. Zeki, iyi bir gazeteci, neşeli ve komik bir insan olarak kalacaksın hafızalarda. Benim içinse çaydan haz etmeyip hatta “köylü işi” diye tanımladığı çayı ben seviyorum diye, 47 yaşında benim için çay demlemeyi öğrenen sevdiğim adamsın.
“Kirletmeyelim kendimizi Ferdacım, her şey kirli zaten, biz temiz kalalım” demiştin bana gitmeden bir gün önce.
Nasıl temiz kalacağım, kalacağız Nuhcum?
Kar bile kirlendi kötülüğün rengiyle…
Ferda Sayın
ferdasayin@gmail.com
Bu yazı ilk olarak Demokrat Haber web sitesinde yayınlanmıştır.