Ankara hep bir taşra kasabasıydı. Hiçbir zaman kent olamadı. Tıpkı İstanbul’un hiç Müslüman olamayıp hep Bizans kalması gibi bu. Binlerce hoparlörden, hep bir ağızdan ve devletin o berbat estetik anlayışıyla okutulan ezanlar İstanbul’un bir kulağından girip diğerinden çıktı. Fatih sadece bir mekanı fethetti ama bir şehrin gönlünü asla fethedemedi. İstanbul hep kendi surlarını yıkıldıkça yenileyen bir Bizans artığı olarak kaldı bu coğrafyada. Asya’yla Avrupa’yı bağlamadı o. Aksine ikisi arasına girmiş en büyük engeldi.
Ankara’ysa kutlu fetihlerle değil, bir projeyle, tam da cumhuriyetin tepeden inmeciliğine “yakışır” biçimde yaratıldı. Ancak onu başkent yapsalar da o bir kent olamadı. Ankara’da, Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi, bir sevgiliyle Tunalı Hilmi Caddesi’ne gidebilme ihtimalinin az da olsa güzelliği vardı bir zamanlar. Şimdi oralarda Melih Gökçek’e rastlayabilme ihtimaliyle öldü Ankara’nın olası bütün aşkları da. Ankara çirkin bir kasaba olarak bütün ömürleri tüketmeyi, grileştirmeyi ve gönülleri “devlet ciddiyetinin” içerisine hapsetmeyi öyle sevdi ki. Çirkindi ama lanet olsun ki kimileri tarafından özlenebiliyordu. Çünkü bazen çirkinlikleri de özlüyordu insan.
Ankara bütün sırları ve olası güzellikleri pislik bir modern tahribatla yok edilen ve güzelliği devletin başkent olmasına peşkeş çekilen bir hayat kadınıdır. O aslında hiç olmamıştır. Onun bedeni bütün iktidarların üzerinden hoyratça geçtiği bir kadın bedeni gibi tahrip edilmiştir. Onun o taşra sırları büyük gri beton plakalarla örtülmüştür. Bedeni dehşetli bir kabalıkla çiğnenirken o akarsularını yerin altından yürütmeyi maharet bilmiştir. İncesu Deresi, Çubuk Çayı, Hatip Çayı, Ankara Çayı, Hoş Dere, Kirazlı Dere, Dikmen Deresi, Bayındır Deresi, Bülbül Deresi, Kepir, İğdeli, Macun, Ergazi, Söğütlü ve Büyük Esat Dereleri alıp başını gitmiştir Ankara’dan.
Bir kent kayıp gidiyorsa her gün, aslında ömrün de elinden kayıp gidiyordur orada. Kentler Tanrılara benzer biraz. Yavaş yavaş ve dehşetli bir sabırla işlerler insanla arasındaki ilişkiyi. Bir Tanrılar bir de kentler bütün hayatlara vakıftırlar. Bütün sevinçlerin ve acıların hepsine tanıklık eden onlardır. Onlar her bir olayı görür ve her şeyi işitirler. Onlar bütün hayatların bire bir içindedirler. Ve ne kadar kalabalık da görünseler insan olmadığında ikisi de gerçek birer yetimdirler. Ve eğer şehrin ya da Tanrın çirkinse senin güzel olman olası değildir. Ankara çirkindir. Ancak mazlumdur. Çünkü o başkasının elleriyle gelmiştir bu hale ve çirkinliğinin farkındadır. İstanbul güzeldir ama hala Bizanstır. Onun surları vardır ve kendinden başka hiçbir şey önemli değildir.
Ankara’ya az sanat gelir, az kitap girer şehirden içeri. Sokaklarından az müzik sesleri yükselir. Sanatı gördüğünde tükürmek için biriktirdiği tükürükleri yanında taşıyan çirkin birinin şehridir Ankara. Ama o bunca çirkinlikler arasında yine de sırrını kaybetmemek için çırpınır durur. Bir telefon gelir belki, postayla gelen bir paket açılır ve dost bir el hediye verir. “İklim değişir Akdeniz olur”. Gülümseriz hep birlikte. Enver Aysever arar der ki “Şehre kumpanya geldi”. Aykırı Kumpanya’sıyla girer şehre, soğuk bir gecedir. İçimizi ısıtacak kadar aykırıdır. Aykırının estetik ruhudur. Soğuğu sert, direnişi inatçı şehre yeni bir soluk gibi gelir. Şehir gelip o sahnede hep birlikte şarkı söyler, dans eder, çirkinliğin ya da güzelliğin değil estetik olmanın önemi bir kez daha hatırlanır. Sonra bir posta paketi gelir masanıza kadar. “Yangın Yeriydi Yurdum” der Yaşar Seyman. Dost bir imzayla başlarsınız okumaya. “Koca kent benim için bir tek insandır” der Seyman. Onu okurken Batı Doğu, Doğu Batı oluverir.
Ve şehrin soğuğuna inat belki bir “Şem” yanar aniden bir yerde. Bütün bu güzellikler ve çirkinlikler arasından haykırıverir Mustafa Özarslan “Derdim çoktur kime yanam derdimi/ Kime derdim desem benden dertlidir/ Bir tabib buldum ki derman eylesin/ Buldum ki tabibi benden dertlidir”. Onun elinden alınan bir hediyedir bütün şehir. Şehir onunla çığlık oluverir. Ankara çirkindir. Ona az kumpanya, az kitap, az müzik gelir. Ama az da olsa güzel insanları vardır. Ve bu şehir en azından kendi çirkinliğinin farkında olacak kadar dürüsttür.
Ankara çirkindi ama Yahya Kemal ondan daha çirkindi. Ankara’nın görünür yüzüne, Yahya Kemal’inse sözlerine kanmak daha da çirkindi. “Ankara’nın İstanbul’a dönüşü güzeldir” diyen Yahya Kemal’in İstanbul’un güzelliğini bilen ama kahpeliğini örtmek için dil döken birisi olduğunu bilmemek de öğrenmemek de ayıptı. Şu yukarıdaki az bir güzellik olmasa yaşanamayacak bir taşra kasabası olan Ankara’yı yine de güzelliği kendinden menkul İstanbul’a değişememe halinin tek nedeni dürüstlüğüydü. İstanbullular yaşar gibi yaptıkları ve fakat Ankaralılar ölü olduklarını söyleyecek kadar ayık oldukları içindi bütün bu değişememezlik. Hepsi bu…
Ali Murat İrat