Sık sık karşımıza çıkıyor beynimizin küçük bir kısmını kullandığımız iddiası. İddiayı dile getirenler genelde üstün yetenekli, harika insanlar olmamız için kullanılmayan kısımları da kullanmamızı bize öğretmek iddiasında olanlar.
Bu iddianın kökenleri, 1890 yılında Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde araştırma yapmakta olan bilim insanları olan William James ve Boris Sidis’in “rezerve enerji teorisi”ne dayanmaktadır. Bu teoriye göre insanların, günümüz beyin kapasitesi (kranyal hacim) sayesinde ulaşabilecekleri en yüksek IQ 250-300 arası olarak tahmin edilmektedir. Ancak James ve Sidis, insanların sadece belli bir yüzdesinin bu IQ sınırına düşebildiğini iddia etmişlerdir. Araştırmalarının sonucunda, şimdiye kadar yaşamış insanlar arasında %3-10’luk bir dilimin ancak 250 IQ’ya ve üzerine çıkabildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmanın hatalı yorumlanması, hızlıca felakete dönüşmüştür ve günümüzde insanların zekalarının %3-10 arasını kullandığı şeklinde değerlendirilmiştir. Halbuki görüldüğü gibi araştırma bununla tamamen alakasızdır.
Daha sonradan bu mit, 1998 yılında Dr. James Kalat’ın yaptığı bir diğer araştırma üzerine yeniden hortlamıştır. Bu araştırma, bilim insanlarının beynin derinliklerini keşfetmeye devam ettikleri sürece gördükleri ilginç bölgelerin farklı yorumlarının değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır. Bilim insanları, beynin bazı bölgelerinin gün içerisinde pek az aktif olduğunu gözlemlemiştir. Ayrıca beyin içerisinde bulunan bazı gangliyonların (sinir düğümleri) yine gün içerisinde her zaman aktif olmadığını görmüşlerdir. Kalat, makalesinde “1930 yılı dolaylarında bilim insanları beynin sadece %10’unun kullanıldığını düşünmüşlerdir.” şeklinde bir ibare geçmektedir. Bu ibareden yola çıkan insanlar, bilim insanlarının genelinin hala böyle bir düşünceye sahip olduğunu sanarak, medyanın da olayların üzerine körükle gitme merakından ötürü miti yaymaya devam etmişlerdir.
2014 yılında ise Morgan Freeman ve Scarlett Johansson’un başrollerini paylaştıkları Lucy isimli Hollywood yapımında bu safsata yeniden hortlatılmış ve yeniden kitlesel bir yanlış algıya insanlar sürüklenmiştir.
2008 tarihinde Scientific American dergisinde yayınlanan makalesinde Prof. Dr. Berry Gordon bu tartışmalara son noktayı koymuştur. Kendisi, beynimizin yüzde 10’unu kullandığımız mitinin “gülünç derecede saçma” olduğunu açıkça belirtmektedir. Çünkü:
1. Beynimizin %10’u çalışıyor, %90’ı çalışmıyor olsaydı, beyinde meydana gelen hasarların çok büyük bir kısmı etkisiz olacaktı. Ancak şimdiye kadar yapılan araştırmalar göstermiştir ki, beynin herhangi bir bölgesinin aldığı hasar, vücudun herhangi bir noktasındaki herhangi bir işleyişi neredeyse her zaman, istisnasız bozmaktadır. Beynin aldığı en ufak hasarlar bile, çok ciddi problemlere ve hastalıklara sebep olabilmektedir.
2. Bilindiği üzere doğadatakas ilkesi (trade-off) denen bir ilke vardır ve bu ilke dahilinde, eğer bir organ artık işe yaramıyorsa, ya körelecektir ya da varlığını sürdürüyorsa yeni bir işlev kazanacaktır. Bunun bir diğer adı “Evrim Ekonomisi”dir. Beynin bırakın %90’lık kısmının, %10’luk kısmının bile “kullanılmadığını” iddia etmek, bir doğa yasası olan evrim ile çelişecektir. Çünkü eğer bu kadar büyük bir alan, bir anda işlevini yitirseydi ve uzun bir zaman zarfı boyunca o şekilde kalsaydı, canlıların sabit bir denge içerisinde kalması mümkün olmazdı. Ayrıca beynin zaten kendi başına vücudumuzdaki en masraflı organ olduğu düşünülecek olursa; zaten masraflı bir organın bir kısmının çalışmadığını iddia etmek akıl dışı olacaktır.
3. Görüntüleme teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde, beynin renkli ve renksiz, ayrıntılı fotoğrafları an be an çekilebilmektedir. Günümüzde biliyoruz ki, beynin en sakin olmasını umduğumuz uyku halinde bile, beynin eksiksiz olarak her bölgesinde belli bir miktar aktivite gerçekleşmektedir.
4. Nöroloji bilimi sayesinde artık biliyoruz ki, beynin tamamen “sustuğu” tek durum, ciddi sinirsel hastalıklar ve beyin hasarları durumunda gerçekleşmektedir. Yani beyin, yukarıda açıkladığımız gibi uyku halinde bile tamamen durmamakta, tam tersine beynin her alanından az ya da çok sinyal alınabilmektedir.
5. Anatomik olarak beyin tek bir bütün olarak çalışmaz; onlarca, hatta yüzlerce alt birimi vardır. Daha bilimsel bir açıklamayla, beyin “ileri derecede özelleşmiş bir organ”dır. Bu sebeple, parçaların çalışmaması gibi bir durum söz konusu olamaz; çünkü bu beynin kendisinin çalışmaması demektir. Beynin parçalara ayrılması sayesinde beynin her bölgesinin tam olarak çalıştığı kesinlikle bilinmektedir. 1800’lü yılların sonlarında atılan iddia, beynin bir bütün olarak çalıştığını düşünmekten kaynaklanmaktadır.
6. Beyinde bulunan sinir hücreleri ve doku hücreleri üzerinde yapılan mikroskobik çalışmalar, beynin her bir hücresini inceleyebilmemizi sağlamaktadır. Onlarca yıldır süren ve beynin her alanına yayılmış araştırmalarda, çalışmayan tek bir hücreye bile rastlanmamıştır.
7. Beyne radyoaktif olarak işaretlenmiş 2-deoksiglukoz molekülleri enjekte edilip, sonra radyograf aracılığıyla hangi hücrelerin aktif olduğu parlak bir şekilde gözlenebilir. Eğer iddia edildiği gibi beynin %90’ı çalışmıyor olsaydı, radyografta beynin %90’ı karanlık olarak çıkması gerekirdi. Ancak yapılan araştırmalar, beynin her bir noktasının çalıştığını göstermektedir.
8. Son bir açıklama da fizyolojiden gelmektedir. Normalde, bir hücre eğer özelleştiği işi yapmıyorsa, dejenere olacak ve bozulacaktır. Örneğin kaslarınızı yeterince çalıştırmazsanız veya kırık kolunuz alçıya alınırsa “kas erimesi” denen ve kas hücrelerinin uzun süreler çalışmadıkları için körelmeleri sonucu oluşan bir sorunla karşılaşırsınız. Eğer beynin %90’ı çalışmıyor olsaydı, otopsilerde bu tip çürümeler gözlenmesi gerekirdi. Ancak beynin hiçbir bölgesinde böyle bir bozulmaya rastlanmamaktadır.
Sonuç şudur: İnsanlar (ve muhtemelen beyni olan hayvanların tümü), beyinlerinin %100’üne yakınını kullanmaktadırlar. Beynimizin kullanılmayan hiçbir noktası yoktur. Kimi koşulda, bazı bölgeler daha fazla, bazı bölgeler daha az çalışıyor olabilir. Ancak bu “kullanılmadığı” anlamına gelmemektedir.
Bu noktada, bir ayrıma gitmekte fayda görüyoruz: “Beyin Kullanımı/Kapasitesi” ile “Zeka Kullanımı/Kapasitesi“. Beyin kapasitesi, genetik faktörlerle belirlenir ve sınırlanır. Basit olarak, bir canlının beynindeki nöron ve sinaps (nöron bağı) sayısı ile orantılıdır.
Zeka kapasitesi ise, bir canlının genetik unsurlarla sınırlandırılmış beyin kapasitesi tarafından belirlenir. Zeka kullanımı, bu kapasitenin ne kadarının kullanılabildiği ile ilgilidir. Bu noktada, zekamızı bir kas yapısına benzetebiliriz. Ulaşabileceği en üst nokta, genetik unsurlarla belirlenmiştir; ancak biri çok çalışırsa kaslarını bu en üst kapasiteye kadar (ama daha fazlasına değil) çıkarabilir. Çalışmayan biri ise ortalama bir güçte kaslara sahip olacaktır. Zeka da bunun gibidir. Tek farkı, yeni kas hücreleri üretmek düzgün bir çalışmayla oldukça kolayken, yeni sinir hücrelerini üretmenin imkansıza yakın olmasıdır; dolayısıyla pratik, var olan nöronların daha aktif kullanılmasını sağlar, yeni nöronlar üretilmesini değil. Zihin antremanları sayesinde zekamızın normalde, antremansızken kullanığımızdan fazlasını kullanabiliriz; ancak bunun üst sınırı, beyin kapasitemiz ile aynıdır ve %100’ü geçemez. Normal bir insan, zekasının %80-90’ını kullanmaktadır (asla %3-10’u kullanılmaz; çok ciddi hastalıklara sahip olanlarda bile bu kadar düşük oranlar görülmez, bu oranlar ciddi bir uydurmadır). Düzgün yapılan ve genelde yıllarca süren pratikle bu kapasite %100’e yaklaştırılabilir.
Dolayısıyla lütfen bir iddiayı kabullenip yaymadan önce, bilimsel açıklamasını inceleyin ve varsa makalesini okuyun. Yoksa da ciddi bir şüpheyle yaklaşıp, hemen kabul etmeyin.
www.evrimagaci.org internet sitesinde yayınlanan “Beynimizin Yüzde 10’unu Mu Kullanıyoruz?” başlıklı yazıdan kısaltılarak eklenmiştir.
Kaynaklar ve İleri Okuma: