Özgecan’ın ölümü asla bir tesadüf değil. Adım adım örülen dedikodu ve ön yargı ağlarıyla planlanmış kasıtlı bir cinayet.
Bir yaz hikayesi anlatacağım sizlere,
Her üniversite öğrencisinin hayalidir, yazın tatil yaparken üstüne para da kazanabilmek…
Benimki de o hesap, uluslarası işbirliği ile Türkiye sahillerinde caretta caretta’ların korunması üzerine bir proje gerçekleştiriliyor. Ben de orada Proje Alan Sorumlusu (PAS) olmuşum, bölge halkının deyişiyle “kaplumbağacı başı” yani…
Bulunduğumuz bölge Adana ve Tarsus arasında deniz kıyısında kumların üzerine uzanan bir orman. En yakın köyden bile 15-20 km uzaklıktayız. Orada bir tek biz, yani “kaplumbağacılar” ve yangın işçileri var. İkisi birbirinden yaklaşık 30-40 metre uzaklıkta iki basık baraka; bir tarafta biz, bir tarafta onlar…
Bizim grupta da Türk öğrencilerin sayısı az, kızlı erkekli İtalyanlar çoğunluktaydı. Yaşça bizden biraz daha büyük olan İtalyan grup nasıl olmuştu da o yaldızlı mayoları ve şifon elbiseleriyle geceleri farelerin kumlarda cirit attığı, bu orman içi kampa düşmüşlerdi bilmiyorum. Muhtemelen “biraz çevrecilik ve bol tatil” sloganıyla kampı işleten İtalyan biyoloji uzmanı tarafından kandırılmışlardı.
Kimse memnun değildi tabii. Güya Proje Alan Sorumlusuyum, ama içimden hep PAS demek geliyordu, PAS! “Yemekler kötü!” “Hani bize oda verecektiniz!” denirken, ben anında anlamıştım bu yarım yamalak işletilen projede etkimin de yetkimin de olmadığını… Günlük rutin iz sürme ve yuvaları işaretleme turlarının dışında, benden beklenen tek şey çevirmenlik yapmamdı. Çok da dert edecek durumda değildim açıkçası…
Zaten dert edecek çok başka şeyler vardı.
Hatta ürkecek…
Biz nöbetleşe günlük yürüyüşlerimizi yapıp ertesinde de sahilde aylaklık ederken; işçiler de bir yandan yangın tehlikesi oluşturacak kuru ağaçları buduyor, zemindeki çalıları temizliyor; bir yandan da konuşuyorlardı. Ama nasıl konuşmak! Sanki sabahtan akşama kadar bir porno radyo kanalı canlı yayında, ama yayında sözü edilen karakterler burnumun dibinde… Orman işçileri kamptaki tüm İtalyan kadınları isimleriyle tanıyordu. Kim ne zaman gelmiş, kampta kim kiminle takılıyor hepsi biliniyordu. Kadınlar hakkında, nasılsa anlamıyorlar ya, bağıra bağıra uçuk kaçık atıp tutuyorlardı.
Eyvah, buradan bir iş çıkacak!
Kampı işletenle konuş, projenin Türkiye ayağı dernekle konuş, şehre indiğinde karakolla konuş… Alınan cevaplar sırasıyla; “bir şey olmaz”, “gerekli yerlere haber veririz”, “ben onların kulağını çekerim”…
Yetmedi; Türk öğrenciler arasındaki erkekler akşamları orman işçilerine çay içmeye gittiler. Bu arada da “Türk turizminin zarar görmemesi açısından, yabacı turistlere iyi davranılması gerektiğine dair” çeşitli uyarılarda bulunmayı ihmal etmediler.
Nedense turistlerin kendisiyle konuşmadık; utandık herhalde… Malum Türk turizmi!
***
Türk öğrenciler arasında erkekler çoğunlukta; sadece iki kız var. Biri benim, diğerinin adı da B. Olsun.
Önce ben… O zamanlar annemden saklıyordum ama artık saklamama gerek yok (!); kampa erkek arkadaşımla gitmiştim. Eh, bazı şeyler sonradan söylenir. Ben de sonradan öğrendim ki, kendisi de Mersin çocuğu olan arkadaşım, yaptıkları ziyaretlerde verdikleri “turizme köstek olmayın” mesajlarının yanı sıra benimle ilgili “nişanlımdır” mesajlarını eklemeyi ihmal etmemişti.
B. ise İç Anadolu’nun bir şehrinden geliyordu ve oldukça varlıklı bir eşraf ailesinin kızıydı. Kampa yalnız gelmişti ve çok da gösterişli bir kızdı. Bu durum “tatile” diye geceleri çakalların farelerle top oynadığı bu insansız ormana geldikleri için hayal kırıklığına uğrayan İtalyan turistler tarafından anında fark edilmişti.
İlgileri karşılıksız kalmadı.
Ne çabuk örüldü dedikodu ağları? Hepi topu biraz işve, naz, gülüş… Başka bir şey yok.
Yine de Türk öğrenciler epey bozuldular bu işe…
***
Bir hafta, iki hafta derken gevşemeye; işçilerin bitmek bilmez muhabbetini bir tür ağız ishali olarak değerlendirmeye başladık.
***
Bir sabah, barakanın önünde otururken uzaktan B.’yi gördüm. Gerçekten tuhaf bir hali vardı. O narin kız koskocaman bir taşı iki eliyle başının üzerine kaldırmış, bize doğru hızla koşuyordu. Arkasından iki kişi daha…
Kendinden beklenmeyecek devasa adımlarla barakanın önüne geliveren B., elindeki taşı aniden yanımda biten orman işçisine doğru fırlattı. İsabet alan işçi, bağırarak başka bir yöne doğru koşmaya başladı. B. bu arada yere çökmüş ağlıyordu. İşçiler ve aralarına karışan öğrenciler koşturuyor, turistler seyrediyordu. O koşuşturmaca içinde kimin kimi kovaladığını anlamak mümkün değildi.
B.’nin yarım yamalak kurduğu cümlelerden, sahildeyken birkaç işçinin ona yaklaştığını, hatta bir tanesinin kolunu burup daha da ileri gittiğini, ellerinden “bakire” olduğunu söyleyerek kurtulduğunu anlayabildim. Daha doğrusu Boğaziçili beyaz şehir aklımla bir türlü anlayamadım. O sırada bakire olduğunu söylemek nasıl aklına gelmişti? Bunun işe yarayacağını nereden bilmişti?
Hoş kamp boyunca da, İtalyan gençlerle olan münasebetleri söz konusu edildiğinde de B. hep ısrarla bakire olduğunu söyler ve hatta bunu İtalyanlara da “çevirmem” için ısrar ederdi. Bir nevi kalkan işte… Bazen işe yarayan bir kalkan. “Nişanlılık” gibi, “turist olmak” gibi… O da bunu bulmuştu.
Bir süre sonra ortalık yatışır gibi oldu. 5-6 kişilik bir işçi grubu önlerinde iri yarı bir adamı itekleyerek geldiler. Önlerine kattıkları iri yarı adam da orman işçilerinden biriydi. B. dehşet içinde çığlıklar atarken adam ona yaklaştı ve dedi ki:
“Kusura bakma abla. Bilmiyordum”
Sonra… Sonra tekme, tokat, kan, revan…
Ama adam yalnız değildi. Diğerleri kimdi? Kimse sözünü etmedi. Nasılsa bir ceza kesildi ya.
Şikayet için karakolu aradım, “bir şey olmadığını” öğrendikten sonra o bilindik cevabını tekrarladı. “Ben onların kulağını çekerim”
Dernek duymazlıktan geldi.
***
Ertesi gün ortalık durulmuştu, etraf sanki hiçbir şey yaşanmamışçasına sakindi.
Ufak tefek farklar dışında…
Projede görevli Türk erkekler (tümü!) sık sık ters çevirdikleri bir domates kasasının çevresine dizelenip kendi aralarında B.’nin Guido’dan hemen sonra Marco’ya yüz vermekle biraz ileri gitmiş olduğunu tartışır oldu.
Yangın işçileri İsabella’lı Francesca’lı yayınlarına devam ettiler. Yalnız biraz daha temkinli, kısık sesle…
Turistlerse, bunu Türkler arasında bir olay olarak nitelendirip tatillerine kaldıkları yerden devam ettiler. Nedense işçilerin onlar hakkında ne konuştuğundan hiç bahsetmedik. Yirmili yaş çekingenliği diyelim…
B. erken dönüşünü ailesine nasıl açıklayacağını bilmediği için, çalışma süresi dolana kadar kampta kaldı.
O günden itibaren benim için kampın da tatilin de tadı kaçmıştı. Yine de ayrılmak için B.’nin dönüşünü bekledim.
İstanbul dönüşüne kadar, orada burada oyalandık. Ne de olsa zor olurdu neden erken döndüğümü anlatmak…
Handan Saatçioğlu (handanmandan2012@gmail.com)