Cumhurbaşkanı’nın, kameralar önünde insanlara “Terbiyesiz herifler” diye çattığı…
Kapalı alanda sigara içtikleri için cezalandırılsınlar diye sağa sola emirler yağdırdığı saatlerde…
Onlar, gizlendikleri yerde muhtemelen sigara üstüne sigara içiyorlardı.
Birkaç saat sonra hayatlarının son yolculuğuna çıkacaklarını henüz bilmiyorlardı.
Kapkara bir boşluktaydılar.
Görünmez olup kıtalardan kıtalara kaçarak buraya kadar gelmişlerdi.
Kayıpları arkalarında bırakmayı çoktan öğrenmişlerdi.
Uzunluğu muğlak bir hayatı kim bilir ne uğruna peşlerinde sürüklemişlerdi.
Küçük çocuklarını kollarından çekiştirerek, TIR’lara, kamyonlara bindiriyorlardı.
Gizlendikleri karanlık kuytularda ağlamasınlar diye ağızlarını elleriyle kapatıp başlarını okşuyorlardı.
İçinden geçtikleri ülke hakkında ne biliyorlardı?
Cumhurbaşkanı’nın kendisine bir saray yaptırdığını?
Gezi eylemleri sırasında ölen bir çocuğu terörist diye diline doladığını?
“Fikir namusu” diye diye bizzat namus cinayeti işlediğini?
Saklandıkları yerden, muhtemelen uzaklarda maç izleyenlerin seslerini duyuyorlardı.
Kendi ülkelerinde yapılan maçları ve gidecekleri ülkedeki maçları düşünüp belki bir an gülümsüyorlardı.
Birkaç saat sonra boğulacakları denizi akıllarına bile getirmiyorlardı.
Küçük kayıklara büyük hayaller yüklemenin sihri iyimserliktedir.
Çantalarında ne vardı?
Ceplerinde?
Akıllarında?
Çocukları nasıl zapt ediyorlardı?
Korkanları hangi vaatlerle yatıştırıyorlardı?
Cayanları nasıl ikna ediyorlardı?
Biz uyurken onlar teker teker ölüyorlardı.
Biz onların varlığından ancak yakalandıkları zaman haberdar oluruz.
Onlara ancak öldükleri zaman üzülürüz.
Savaştan, yoksulluktan ve umutsuzluktan kaçan insanlarla empati kuramayacak kadar içimize dönük gözlerimiz.
Bu işin ticaretini yapanlara göz yumanları kanıksayacak kadar törpülenmiş ahlakımız.
Cumhurbaşkanı’na köpürüyoruz; muhalefete sövüyoruz; eğitim sistemine sinirleniyoruz; ahlak tartışmaları yapıyoruz; ekonomi analizleriyle oyalanıyoruz; siyasi çekişmelere giriyoruz; sonra sinemaya gidiyoruz; maç izliyoruz; televizyon seyrediyoruz; alışverişe çıkıyoruz; eve girince de kapımızı sıkı sıkı kilitliyoruz.
Sonrası derin bir uyku…
Yeryüzünde sınırlar niye var ve insanlar doğup büyüdükleri topraklardan ölümü bile göze alıp niye kaçar?
Bizim de elimize bulaşan kan, uykularımızdan fedakârlık edip bu soruyu çığlık çığlığa sormayı ve aslında zaten bildiğimiz cevaba isyanı göze aldığımız gün kuruyacak.
Aksi halde biz uyurken, insanlık fırtınalı denizlerde, küçücük teknelerde, sonsuza kadar her gece boğulacak.
Mine Söğüt