Citius Fortius Altius
Olimpiyatların da temel ruhunu yansıtan bu Latince söz, “daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü” anlamına geliyor.
Gerçekten modern insan “daha hızlı” tüketiyor, “daha güçlü” silah ve yöntemlerle, “daha yüksek” sayıda türü ve çok daha fazla sayıda hemcinsini, bir kısmını dolaylı yollardan ama büyük bir kısmını doğrudan bu silah ve yöntemlerle baş döndürücü bir hızla yok ediyor.
Böylece, hızla bir yol ayrımına, daha açık ve kimilerine göre karamsar bir ifadeye göre “duvara” doğru ilerleyen uygarlığımız için, bu sözün belirttiği hedeften şaşıldığı değil ama hedefin tamamen yanlış anlaşıldığı söylenebilir. Evrende bilinen en akıllı ve artık biraz eskimiş bir görüşe göre de gezegenimizdeki tek akıllı yaratık olan insanın inşaa ettiği uygarlık gerçekten dönüşü olmayan bir yol ayrımında mı?
Bu soruya yanıt verebilmek, sokağa çıkıp “hepimiz öleceğiz” diye bağırmak şuursuzluğundan ya da cefakar gezegenimizin aslında çok daha fazla sayıda insanı -mesela 20 milyar kişi- rahatlıkla barındırabileceğini, var olan çevresel sorunların ve uygarlaşmaya dair sancıların, bilim ve teknolojideki gelişmelerle nasıl olsa alt edileceğini düşünen fazla saf iyimserlikten biraz daha fazlasını gerektiriyor. En iyisi, azımsanmayacak oranda insan tarafından benimsenmiş bulunan bu kökten bakış açılarını benimsemektense güvenilebilecek en nesnel ve somut veriye danışmak galiba: “Elimizde ne var?”
Her yıl binlerce türü yok ediyoruz. Her yıl bir çok bitki ve hayvanı, geride hiçbir bireyi sağ bırakmamacasına ortadan kaldırıyoruz. Tek başına bu bile korkunç bir gerçeği gözler önüne seriyor.
Başkaca kimi somut ve bilimsel verilerden örnek vermeye devam edelim:
1960 yılında kişi başına 3430 metreküp olan su miktarının, uygarlığımız, şu anki hızıyla “ilerlemeye” devam ederse 2025 yılında 667 metreküpe düşeceği hesaplanıyor. Yüzde seksenden daha fazla bir azalma!
Tüm dünyada her yıl 11 milyon hektar genişliğinde yağmur ormanını yok ediyoruz(Türkiye yüzölçümünün 1/7’si kadar). Gene her yıl 6 milyon hektardan fazla toprağımız çöl oluyor.
2000 yılında, dünyanın en kalabalık 25 kentinden on dokuzu yoksul ya da gelişmekte olan ülkelerde bulunuyordu. Bu veri, şehirleri dolduran kalabalıkların yeni yüzyılda nelerle karşılaşabileceğini gösteren önemli bir işaret aynı zamanda. Şimdiden bu çok büyük insan toplulukları, koparıldıkları, toprağa dayalı üretim bölgelerinden çok uzakta, lağımsız gecekondularda, en temel sağlık hizmetlerinden yoksun yaşamaya çalışıyor. Oluşan bu yeni yaşam biçimi, ucuz iş gücü, yüksek kar ve yüksek satış ilkesiyle hareket eden –çoğunlukla başkaca hiçbir ilkeye de itibar etmeyen- çok güçlü küresel piyasa aktörleri tarafından körükleniyor.
1995 yılında iklimle ilgili olarak toplanmış Berlin Konferansı’ndan çıkan bir karar, piyasanın, küresel sermayenin saldırganlığına ve çevre üzerindeki baskısına direnemeyeceği görüşünü onaylamıştı. Gerçek şu ki, alabildiğine üretim ve var gücüyle tüketim süreci, artık gezegenimizin kaldıramayacağı bir noktaya gelip dayanmıştır. Bu yüksek üretim-yüksek tüketim sarmalı, başka hiçbir ilkeyi gözetmeyecek şekilde gezegenimizde yer alan tüm ortak kaynakların, ayrım gözetmeksizin yağmalanmasına neden oluyor.
Elimizde olanlara, uygarlığımızın yaydığı korkunç miktarlardaki sera gazları nedeniyle hızla eriyen buzulları ve yükselmeye başlayan deniz suyu seviyelerini de ekleyelim. Gezegenimizin bu hassas dengesindeki bozulmaların ne gibi çevresel sorunları tetikleyeceğini tam olarak bilmiyoruz. Şimdilik yalnızca sular altında kalacak ada devletlerinden ya da bazı liman kentlerinde ilerleyecek suyun neden olacağı trilyonlarca dolarlık zararlardan bahsediliyor.
Başta, kirliliğin temel kaynağı olan Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere birçok ülke ise, küresel iklimdeki bu değişimi biraz olsun yavaşlatabileceği tahmin edilen önlemleri almaya yanaşmıyor. Gerekçe de çoğunlukla, alınması düşünülen önlemler yüzünden, ekonomik refahta ve yaşam standartlarında yaşanabilecek düşüş oluyor. Bugün verilecek küçük bir ödünle, yakın bir gelecekte yaşanacağı artık ayak seslerinden de anlaşılan bir dizi felaketin getireceği korkunç sonuçlar -belki- engellenebilir.
Ama insanlık şimdilik, gökyüzündeki ateş toplarını –bir rivayete göre dinozorların yok olmasına neden olan meteor fırtınası- şaşkınlıkla izleyen dinozorlar gibi, birbiri ardına sıralanan işaret niteliğindeki gelişmeleri yalnızca izliyor. Eskiden onlarca yılda bir olan çok büyük iklim olaylarının, artık her sene yaşanmasını, kuraklığın can aldığı coğrafyalara inat, selde oradan oraya sürüklenen yaşamları, şimdilik bu felaketlerden uzakta, çok da ilgili olmayan gözlerle izliyor.
Doğanın, fethedilecek bir sömürge, savaşılıp yenilmesi gereken bir düşman olmadığını, beraber yaşamamız gereken, şaşırtıcı bir uyum ve hassas bir denge içindeki canlı, cansız birçok güzelliği barındırdığını anlamamızın artık zamanı geldi. Yepyeni düşünce ve yaşayış biçimleri geliştirmek zorundayız. Doğayla anlaşarak ve uyuşarak, doğadaki yoldaşlarımız olan bitkilere, hayvanlara, toprağa, suya ve havaya saygılı ortak bir yaşam sürmeye alışmalıyız. Uygarlığımızı, girdiği çıkmazdan kurtarmak için “güçlü” önlemler almak, bunları “hızla” yaşama geçirmek ve bu sayede “yüksek” bir yaşam kalitesini ve mutluluğu umut etmek için fazla vaktimiz kalmadı.
Yararlanılan Kaynaklar:
- Server Tanilli, İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?
- Lester R. Brown, Dünyayı Nasıl Tükettik?
Erkan YASAN (eyasan@cs.hacettepe.edu.tr)