Sebebini anlamadığınız keskin bir koku. Odanın her köşesinde duyulan ama asla sinmeyen yakıcı bir koku. Bir tarafından bakınca kırmızı ama diğer tarafı erimiş bir koku. Çürük elma kokusu. İlk günahı işletecek kadar güçlü sembol elma. Çürüyor. Doğanın tüm kudretini taşısa da, yaşayan herşey gibi bir zaman sonra çürüyor. İlk günahı işleyecek kadar zayıf olan insan. Çürüyor. Eti, vicdanı, umudu ve ahlakıyla bir bütün olarak çürüyor.
Bugünlerde çürümüş insan aklı, çürümüş insan ahlakı kokuyor sanki bütün ülke. Sıradan bir kötülüğün ya da ezberlenmiş bir cehaletin ötesine geçtiğimizi hissediyorum. Kötü kavramının bile bu derece alçalabilmesinin mümkün olmadığına inanıyorum. İyi de, kötü de insana dair. İyinin ve kötünün de ötesinde bir hal varmış oysa ki. Aksi halde 3 tarafı denizlerle çevrili bir ülke böylesine kötü kokamaz.
İnsanlar ölüyor. Her yaşama kimlik biçmeye alıştığımız, her yaşamı yasalarla sabit bir kimlikle tanımladığımız için her ölüme de bir kimlik biçiyoruz. Kimi şehit düşüyor örneğin kimi de etkisiz hale getiriliyor. Bazı ölülerin ardından “kıyıya vuruyor insanlık”, bazılarının ardından da fıtrat tamamlanıyor. “Çok sayıda” bile ölebiliyor artık insanlar. Hepimizin tek kişilik yaşadığı bir hayatın sonunda “çok sayıda” ölmek ancak böyle coğrafyalarda mümkün oluyor. Oysa her ölümde bir anne evladını, bir insan hayatını, bir yaşam sahibini kaybediyor. Tek tek sayınca çok geliyorsa acılar, “çok sayıda” lafla sıradanlaştırılıveriyor.
Eğer yaşarsak, bizden sonraki nesillere hesabını veremeyeceğimiz zamanlar bunlar. Bugün biz nasıl soruyorsak bize de soracaklar. Eğer ölmezse 10 yıl sonra Ali 20 yaşında olacak mesela. Hani şu 4 kardeşten biri olan Ali. Hani şu “hayalim yok” diyen Ali. Davranılmayıp azarlanan Ali, bugünün hesabını bizden soracak. Olur da yaşamazsa, eğer ölüsünün bir fotoğrafı çekilebilirse Ali’nin, adına şiirler yazılacak. Fotojenik bir ölümse eğer, çizimleri dergilere kapak olacak. Çünkü acıyı bile görmeden almazlar bizim memlekette. Hz. Muhammed (S.A.V) “Ali’yi sevmeyen beni sevemez.” buyurmuş. Bugün Türkiye’de 10 yaşındaki bir çocuk “Hayalim yok.” diyor. İsmi Ali.
Ali İstanbul’a gelmiş. Eğer Ali İzmir’e gitseydi, bir insan kaçakçısının eline düşecekti. Eğer Ali bir kaçakçıya verecek parayı bulsaydı, bir hayali olacaktı. Sonra Ali Basmane’den bir can yeleği alıp, oradan belki de Alsancak’a inecekti. Sonra bindiği bot batacaktı Ali’nin. Boğularak ölecekti Ali. İşte o Ali’nin aldığı yelek var ya, sahte. Sahte insanlığa aşina bir ülkede sahteliğine şaşılacak tek bir şey kalmış olsaydı, can yeleğidir derdim. Artık ona da aşinayız. Adam üşenmemiş, gitmiş, sahte can yeleği yaptırıp satıyor. Yani Ali’nin hayata dair son umudu da bir tüccarın ciro hesabına takılıyor. 10 yaşında, savaştan kaçarak gelmiş bir çocuğun bütün yaşam umuduna s.ktir çekebilecek bir ülke olduk. Dışarıdan bakınca gövde görünüyor ama parmağını bassan kemiğe değer. Öyle çürümüş.
İnsan Pir Sultan’ı, Dadaloğlu’nu, Börklüce’yi, Yaşar Kemal’i çıkarmış bir toprağın çürümesini içine sindiremiyor. Zaten kimse sevdiğinin çürümesini görmeye dayanamaz. Mesela bir anne düşünün. Evladının çürümesine dayanır mı yüreği? Daha ölümünü kabullenemezken, evladının ölüsünü her saniye kabullenir mi bir anne? Kabullenemez. Çürümesin diye derin bir dondurucuya koyar. Toprağa verememeyi de kabul etmez yüreği. Dondurucunun üzerine bir seccade koyar. O annenin yüreğindeki ah, insan olanın tenini yakar.
Bedri Rahmi büyük şair. Yakıştıramamış memleketine kondurmayı, dünya demiş geçmiş. “Bu dünyada” demiş, “hatıralar bile çürüyor.”. Hatıra sadakat ister. Koca bir coğrafyaya, toprağa, insanlık onuruna, vicdana, Yunus Emre ahlakına, Mesnevi kelamına, Hrant’ın umuduna, Fırat’a, Dicle’ye, dirinin yaşam hakkına, ölünün mezar hakkına sadık kalamadığın zaman hatıra çürür. Hatıra çürürse, bugün yalnız kalır. Yalnızlaştıkça zaman çürür.
Zihni Başsaray
Dünyalılar