Bu yazı kişilerin bireysel dini inanışları üzerine yazılan bir yazı değildir. Tam aksine dinin sadece bireylerin düşüncelerinde ve vicdanlarında yer etmesi gerektiğini savunmaktadır. Burada eleştirilen nokta din olgusunun, hangi din olursa olsun devlet politikalarında yer etmesi ve bu politikaların kendi iktidarlarını sağlama almak için insanların inançlarını kullanmasıdır.
Şu anda dünyada tam anlamıyla teokrasi ile yönetildiğini söyleyebileceğimiz az sayıda ülke olmasına rağmen, yönetim anlayışlarında ya da dillerinde dine fazlasıyla vurgu yapan bir çok ülke vardır. Yöneticilerin başvurabileceği en ucuz yöntemlerden biridir bu. Fakat bir o kadar da etkili.
Çünkü din içinde bir çok kutsiyet barındırır. Her dinin içinde kutsal addedilen, sorgulanamayan kavramlar vardır. Ve yöneticiler bu kavramları kullanarak kolaylıkla halkı galeyana getirebilir ve kendi çıkarları doğrultusunda reaksiyonlar yaratabilir. Tarihte Haçlı Seferleri ile karşılığını bulan bu kitlesel cinnet durumu, günümüzde de özellikle Ortadoğu’dan yükselen Cihad çağrılarıyla varlığını sürdürmekte.
Bu durumun sadece kitlesel savaşlar ya da savaş çağrıları gibi uç örnekler yaratmaktan daha farklı sonuçlarıyla ise çok daha sık karşılaşıyoruz. Devletler dini argümanlar üzerinden toplumun yaşama biçimlerini, özgürlük alanlarını belirlemeye çalışıyor. Bu doğrudan bir din üzerinden ya da dinin mezhepleri üzerinden uygulanıyor. Devlet dili olarak hangisi kullanılıyorsa onun dışında kalan din ve mezhepler ayrımcılığa uğruyor ve dışlanıyor. Sonuç olarak da dışarıda kalan insanların ya dini özgürlükleri kısıtlanıyor ya da mezhep çatışmaları baş gösteriyor.