İnsan yaşamı boyunca hep öğreniyor. Bazen hayatı anlamlı kılabilmek için ama çoğu zaman maddi bir kazanç sağlayabilmek için binlerce şey yapmayı öğreniyoruz. İçinde bulunduğumuz dünyada para ister amaç olsun ister araç illa hayatımızın bir parçası olmak zorunda. Bu öyle bir zorunluluk ki “Para kazanmak için mi yaşıyoruz yoksa yaşamak için mi kazanmamız gerek bu parayı?” Sorusu bir paradoksa dönüşüyor. Mesleğimiz ne olursa olsun, yaşamak için kazanmaya mecbur olduğumuz para şeytani bir icat. Ona sahip olabilmek için katlanmak zorunda olduğumuz ilişkiler koca bir boşluğa yol açıyor anlam dünyamızda. Değerler sistemimizi esnetmek zorunda kaldıkça büyüyen bir boşluk bir çaresizlik hissi.
Gezi Parkı Direnişi bu koca boşluğu dolduran, çaresizlik hissinin panzehiri gibi girdi hayatımıza bir 31 Mayıs sabahı. Doktorlar, hemşireler, veterinerler, grafikerler, yazarlar, yönetmenler, mühendisler aklınıza gelebilecek her meslekten insan ilk kez mesleklerini aşk ile icra etmenin tadını aldılar bu direnişle. Üstelik bu icra edişin sevgi, özgürlük, dayanışma, anı biriktirmek gibi soyut kavramlardan başkaca hiçbir maddi kazancı yoktu. Bu direniş hiç bir patronun çalıştıramayacağı kadar uzun saatler inanılmaz bir huzur ve mutlulukla, üstelik çok zor koşullarda çalışan insanların “kahramanlık destanıdır.” Bu tanımın çağrışımı şimdi size iyi gelmediyse bile ona bir şans verin. Tarih gerçek kahramanlık destanlarını yerli yerine koyacaktır.
Şimdi size bu gerçek kahramanlık destanını yazan yüz binlerce güzel insandan yalnızca ikisinin hikâyesini anlatacağım. Zira onlarca cilt yazılacak kadar hikâyemiz var artık. Anlatılacak zamanla hepsi ya bir yerden başlamak gerek. Benim kahramanlarım Nuray ve Özgür ya da “Çılgın Hemşire” ve “Yeşil Tişörtlü Adam”
Onlarla tanıştığımda karşımda dünyanın en yorgun, dünyanın en mutlu, dünyanın en huzurlu iki insanı oturuyordu. Dünyanın en âşık iki insanı demeye dilim varmıyorsa bu aşkın kirletilmiş imgesini çağrıştıracağı içindir. Çünkü aşkın tüketmek olduğunu kafamıza çakmaya çalışan bir dünyada karşımda oturan iki insanın yaşadığı bu duyguya yekten aşk dersek büyük haksızlık ederiz. Nuray ve Özgür’ün hikâyesi bir aşk hikâyesinden çok bir buluşma hikâyesi. Birbirlerini otuz iki yıl beklemiş ve gizli bir el tarafından ilk randevuları Gezi Parkı’na yazılmış iki insanın buluşması bu.
Şimdiye kadar dinlediğiniz, okuduğunuz tüm romantik hikâyeleri cebinize koyun ve az sonra okuyacağınız hikâyenin onlardan birine benzeyeceğini düşünmeyin bile. Hikâyemizde kuşlar, çiçekler, işaretler, tesadüfler, kan, gözyaşı, keder, kötü adamlar, şen kahkahalar var. Diyeceksiniz ki “bunlar tüm romantik aşk hikâyelerinde olan şeyler.” Evet, öyle ama bir farkla, bizim hikâyemizdeki bu olmazsa olmazların rolü hiç alışık olmadığımız cinsten. Zaten esas kızımız da esas oğlanımız da oldukça nevi şahsına münhasır insanlar olduğundan, yardımcı rollerin ve atmosferin alışıldık olmasını beklemek zor.
Esas Kız: Çılgın Hemşire yani Nuray
Bizim Çılgın Hemşire kan görmeye dayanamadığından ve doktorların hemşirelere hizmetçisi gibi davranmalarına katlanamadığından hemşirelik yapmayı reddetmiş ve konservatuar okuyarak oyuncu olmuş. Evet, sizi bu hikâyenin alışılmadık olduğu konusunda uyarmıştım. Nuray kan gördüğünde eli ayağı kesilen bir hemşire. Doktorların hemşireleri hizmetçisi gibi görmesi yüzünden 4 hastaneden ya kovulmuş ya da istifa etmiş. Şimdi kendini gönüllü doktorların hizmetine adamış bir devrimciye aşık . Hastanede doktorlara kafa tutan Nuray müstakbel eşine kafa tutmaktan hiç geri durmuyor. Yani bir aylık bir ilişkinin cicim aylarındaki aşırı kibar hallerinden eser yok bu ilişkide. Tabii buna karşılık Özgür’ün evliliklerinde Nuray’ı hizmetindeki bir hemşire olarak görmeye en ufak bir meyli yok. Çünkü o da aslında doktorluğu daha en başından reddetmiş tıp fakültesi terk bir devrimci. Bunun yerine sinemaya meraklı, elektrik, elektronik cambazı bir çapulcu. Özgür’ü kendi bölümünde uzun uzun anlatacağım ama burada gözden kaçmaması gereken bir detay var. Aslında hemşireliği reddeden bir hemşirenin, doktorluğu reddeden bir çapulcuya âşık olması yeterince keyifli bir tesadüf, buna diyecek söz yok. Ama üstüne bir de onlardan birinin sinemaya gönül vermiş diğerinin oyuncu olması hikayemizin “Bu da mı tesadüf” dedirten noktalarından bir tanesi. Bu birbirlerini tamamlayan meslekleri tercih etmiş olmaları kendi ilişkilerini tanımlarken söyledikleri “kendimizi tamamlanmış gibi hissediyoruz” ifadesinin ironik bir yansıması olsa gerek.
Nuray Gezi Parkı’na 600 metre mesafede oturuyor. 31 Mayıs sabahı “Gezi Parkı’nda insan öldürüyorlar” çığlıklarıyla güne uyanan bir İstanbullu. Bir buçuk saat önce ayrıldığı parkın böyle hunharca basılması kendisini çılgına döndürüyor. Koşarak parka gidesi var, ancak annesinin endişeleri onu alıkoyuyor. Madem öyle deyip, evini ilk revire çevirenlerden biri bizim Çılgın Hemşire. Evindeki yoğun mesaiden sonraki gün annesini memlekete yolcu edip, atıyor kendini Gezi Parkı’na. Artık bir oyuncu olsa da hemşirelik geçmişinden saklayabildiği tüm bilgileri ve yetenekleri revirin hizmetine sunuveriyor. Özgür’le nasıl tanıştığını hatırlamıyor. “Bir birimize üç metre mesafede saatlerce yaralılara yardım ederken, birkaç cümleyi geçmeyen diyaloglarımız oluyordu” dese de bazı detaylar kendisini ele veriyor. Bunlara birazdan değineceğim.
Nuray kendini devrime karşı o kadar sorumlu hissediyor ki o günlerde yaptığı her eylemin mutlak devrime hizmet etmesi gerekiyor. Günde iki saatlik uykularla çalışıp hiç yorgun hissetmediğini söylüyor şaşırarak. Yaptığına sonradan şaşırdığı o kadar çok eylem var ki. Normal zamanda göze alamayacağı riskleri alabildiğini sonradan fark etmenin verdiği şaşkınlığı “artık bana nasıl bir şey olduysa” diye başlayan cümlelerle dışa vuruyor. “kendimi ilk kez bu kadar yararlı hissettim” diyor büyük bir gururla. Bu arada çok ağır travmalarda, kan revan içindeki insanlara yardım ederken hiç kan tutmaması ise aslında onun nasıl bir adanmışlık içinde olduğunun göstergesi. Hiçbir fiziksel ihtiyaç, fiziksel engel asla odağında yer almadığı için görünmez oluveriyor. Onun için her şeyden önemlisi hayat kurtarmak, hiçbir şeyin bunu engellemesine izin vermiyor.
Bedenini, kalbini hiç dinlemeyen Çılgın Hemşiremizin hiç düşünmeden yaptığı ufak eylemler kalbindeki davulların bastırılmış sesi gibi. Kendi konforuyla ilgili en ufacık bir eylemi aklından bile geçirmeyen Nuray, Özgür’ün motivasyonu ve konforu için küçük jestleri gayri ihtiyari bir biçimde gerçekleştiriyor. Bu jestleri neredeyse bir refleks biçiminde gerçekleştirdiğini söylüyor. “Acaba bu gün kahve içti mi? Dediğim an, gidip kahveyi yapıyor yanına bırakıp işime devam ediyordum, göz teması bile kurmadan, hiçbir karşılık beklemeden” diye tarif ediyor yaptığı bu jestleri. Özgür ve Nuray günlerce revirde iki, üç cümleyi geçmeyen diyaloglarla flört ettiklerinin farkında bile değiller. Tüm samimiyetleriyle ikisi de aynı cümleyi kullanıyor “hiç aklımda öyle bir şey yoktu”
Bana hikâyelerini anlattıklarında, birbirlerine âşık olduklarını söylemelerine rağmen ısrarla günlerce yan yana oldukları halde bunun “hiç akıllarında olmadığını” tekrarlıyorlardı. O kadar güzel anlatıyorlardı ki “Aşkınızı ne diye aklınızda arıyorsunuz ki?” deme gereği duymadım. Zaten dedim ya gizli bir elin yazdığı bir randevu, bir buluşma onlarınki. Bu gizli el her şeyi 32 yıldır ince ince ayarlamış zaten. Yaşadıkları duyguyu akılla kavramaya çalışmanın nafile bir çaba olduğunu ortalık biraz sakinlediğinde kendileri de kabul edecektir.
Nuray’ın yaptığı ufak jestler devam ededursun, revirde yoğun günler yaşanıyor. Uykusuzluk kendini yorgunluk olarak dışa vurmasa da sinirlerin gerilmesine, direncin düşmesine neden olabiliyor. İşte bu noktada bir refleksif hareket de Özgür’den geliyor. Revirde çalışanların motivasyonunu yükseltmek için bağırıyor Özgür;
“Bir şeye ihtiyacı olan var mı?”
Sinirleri zayıf düşen, küçük gerginlikler yüzünden yorgun düşen Nuray hiç bir düşünmeden gayri ihtiyari yapıştırıyor cevabı;
“Sevgiye ihtiyacım var.”
Özgür ve Nuray aynı anda bir birlerine sarılıyorlar lakin onların iddiasına göre bu “Bir kadının bir erkeğe sarılması gibi değil” arkasından da ekliyorlar “Hatta sonra bu bir geleneğe dönüştü, herkes birbirine sarılmaya başladı” diye. Ne kadar mistik inanışlarımız olsa da biz batının rasyonel aklıyla yetiştiğimizden düşünerek, karar vererek yapmadığımız eylemlerimizi mantığa bürümek eğilimindeyiz. Onlar her ne kadar bunun kendiliğinden gelişen bir durum olduğunu söyleseler de sarılma geleneğini başlatan bu iki kişinin Nuray ve Özgür olması tesadüfle açıklanamayacak kadar özel. Gizli el 32 yıldır birbirlerinden de Gezi Parkı’ndaki randevularından da habersiz bu çifte ilk güçlü işaretini çakıveriyor.
Esas Oğlan: Yeşil Tişörtlü Adam yani Özgür
Özgür bir haftalığına Gezi parkında kalmaya gelen, sonra Bulgaristan’a işinin başına dönmeyi planlayan bağımsız bir devrimci. On beş yıldır hiçbir örgüte bağlı olmadan bir çok devrime katılmış, sahra hastanelerinde çalışmış, bundan da son derece memnun olan bir gönüllü sağlıkçı. Gözü öylesine kara ki tehlikeye meydan okurcasına yaralılara yardım edişi, Akut görevlilerini bile isyan ettirmiş “Sen kendini öldürmeye mi çalışıyorsun!” diye feryat etmelerine sebep olmuş. Gaz ve plastik mermi yağmurunun içine gözünü kırpmadan dalan ve yaralıları revire taşıyan Özgür “Eğer Lübnan’da ölseydim bok yoluna gitmiş olurdum ama burada ölmek beni hiç korkutamaz” diyor. Bir hafta diye geldiği parktaki atmosfer onu o kadar etkilemiş ki ilk günden söz vermiş kendine “Beş yıl sürse de buradayım.” Nuray’la nasıl tanıştığını değilse de ilk nasıl gördüğünü fotoğraf olarak hatırladığını söylüyor. Zira klasik bir tanışma anı söz konusu değil. Uzunca süre birbirlerinin adlarını yanlış söylüyorlar. Nuray bir yerden üzerine geçirdiği reflektörün arkasında yazan Sinem ismi yüzünden uzunca süre revirde herkesçe Sinem olarak çağrılmış. Nuray “Fişlenmeyi geciktirir belki dedim önce ses etmedim, sonra dayanamadım” diyor.
Özgür’ün kendine has bir anlam dünyası var. Eşyayla olan ilişkisinin kendine özgü bir çizgisi var. Gezi Parkı Direnişi boyunca yaşadığı her şeye şahitlik eden yeşil tişört onun için çok özel. “Üniformam gibiydi, insanlar beni o tişörtten tanıyordu” diyor. Özgür’ün yeşil tişörtü direniş boyunca yaşadığı tüm acıları ve güzellikleri kaydeden bir anı biriktirici Özgür için. Bu yüzden onu hiç üzerinden çıkartmamış, yıkayıp kurutup tekrar giymiş.
Hikâyemiz buradan sonra Nuray ve Özgür’ü buluşturan gizli elin yarattığı inanılmaz bir metaforla ilerliyor. Bizim Çılgın Hemşire ve Yeşil Tişörtlü Adam tüm dikkatlerini devrime verdikleri için sürekli bastırdıkları kalplerinin sesine kulak vermeye razı olmayınca, bizim bu gizli el onlara birbirlerini tamamlayan iki insan olduğunu anlatmanın başka bir yolunu deniyor.
Yağmurla Gelen
Gezi Parkı’nda yağmur yağıyor. Çadırların üzerine, insanların üzerine, ağaçların üzerine yağıyor yağmur. Özgür için o anda revirden ve ilaçlardan başka hiçbir şeyin bir önemi yok. İlaçlar ıslanır, revir kullanılmaz hale gelirse her şeyin sonu geleceğini düşünüyor. İnsanlar diyor, sağlıklarından endişe etmeye başlarsa çekilirler. Gezi Parkı sakinlerinin kendilerini güvende hissetmesi revirlerden geçiyor. Revirlere o kadar güveniyorlar ki, kronik hastalıklarının tedavisi için bile revire gider olmuşlar. Tansiyon hastaları, astım hastaları rutin kontrollerini revirde yaptırıyor çünkü devletin hastanelerinden çok daha güvenli ve ilgili buradaki doktorlar. Özgür yarattıkları bu duygunun zarar görmemesi için yağmura isyan ediyor. İlaçları, sedyeleri, aletleri ıslanmaktan kurtarmak için yerden yere atıyor kendini. “Doğaüstü bir çaba gösterdim, hiçbir şeyin önemi yoktu o esnada” diyor. Bu doğaüstü kelimesi size abartılı mı geliyor? Öyleyse devam edelim ve abartılı olup olmadığına siz karar verin. Yağmur şiddetini arttırdığında Özgür’ün gözü elektrik kablolarına takılıyor bir anda. Aynı zamanda bir elektrik cambazı olduğu için hemen seziyor tehlikeyi, çıplak kablolar yüzünden onlarca insan her an bir elektrik akımına kapılabilir. Bir saniye bile tereddüt etmeden asılıyor kablolara ve elektrik bağlantısını koparıveriyor. Kimsenin dikkatini çekmeyen bu detay Özgür’ün de o esnada çok üzerinde durmadığı bu eylemin nasıl bir mucize olduğunu anlamak için biraz zaman geçmesi gerekiyor. Zira sicim gibi yağmurun altında can havliyle abanılmış elektrik kablolarının Özgür’ü kömüre çevirmemesi şimdi baktığımızda akıl alacak iş değil. İşte bu doğaüstü çabadan sonra revir %20’lik bir hasar ile aslanlar gibi kurtarılıyor yağmurdan. Bütün bunlar yaşanırken Özgür’ün üzerinde yeşil tişörtün bulunduğunu söylemeye hacet yok sanırım.
Bu yağmura karşı kazanılmış zaferin Özgür için çok önemli olmasının başka sebepleri de var. Özgür revirde çalıştığı süreçte birçok sabotajı bertaraf etmiş bir kahraman aynı zamanda. Fare zehri serpilmiş ilaçlar, müshilli pizzalar, yalancı doktorlar Özgür ve ekibinin olağan üstü dikkatiyle savuşturulmuş sabotajlardan birkaçı sadece. Özgür “Revire karşı olan güveni sarsmak için ellerinden geleni yaptılar, eğer bir salgın hastalık ya da talihsiz bir ölüm yaşansaydı parkta kimsenin revire güvenmeyeceğini biliyorlardı” diyor. Bu yüzden revir onun için bir kale gibi. O yağmurda kendi canını hiçe saymak pahasına karanlık ellerden koruduğu reviri doğaya karşı da korumak için elinden geleni yaptığını söylüyor. Doğa ise mucizelerle yardım etti ona çünkü doğanın adaleti her zaman kusursuzdur.
Yağmur dindiğinde Özgür ve Yeşil Tişört perişan durumdaydı. Sırılsıklam olmuş tişörtü çıkarmak Özgür’ün aklından bile geçmezdi ya emir büyük yerden geldi. Bizim Çılgın Hemşire “Derhal çıkar o tişörtü, senin hasta olmaya hakkın yok!” deyiverdi.
Bu karşı konulamaz komut karşısında Özgür mecburen çıkardığı tişörtü Nuray’a verirken “Bak bu tişört benim için çok değerli.” Demeyi unutmadı. Çılgın Hemşiremizin cevabı ise duyulmaya değer. “O zaman bana güvenmeyi öğreneceksin, bu tişört bende!” Bu diyalogun birkaç saniye içinde gerçekleştiğini ve yağmur sonrası yapılacak yığınla iş olduğunu belirtmek de fayda var. Çılgın Hemşire ve Yeşil Tişörtlü Adam işlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Ancak aradan birkaç gün geçmesine rağmen Yeşil Tişört Özgür’ün aklından hiç çıkmadı. Saldırılar, yaralılar çoktan unutturmuştu yukarıda aktardığımız birkaç saniyelik diyalogu Özgür’e. Nereye gittiğini merak ettiği Yeşil Tişörtü durmadan arar oldu gözleri. Çılgın Hemşireye sormak aklına bile gelmedi. İşte bizim meşhur gizli elin yarattığı Yeşil Tişört metaforu artık Nuray ve Özgür’ün buluşmasına giden yolun en iri taşlarından biriydi.
İnsan ister istemez Yeşil Yol filmini anımsıyor. Özgür doğaüstü güçleriyle yüzlerce insanın acılarını içine çeken bir dev gibi değil mi gerçekten? İşte bu Özgür devin yeşil tişörtü takip ederek hayatının diğer yarısına ulaşıp tamamlanma hikâyesidir, hikâyemiz.
Binlerce insanın parktan zalimce çıkarıldığı o hazin güne geldik şimdi. O gün Özgür ve Nuray gemiyi en son kaptan terk eder diyerek işlerini yapmaya devam ediyorlar. İnsanların tamamen çıkarılacağını anladıkları anda, dışarıda görevlerine devam edebilmek için kurtarabildikleri kadar eşyayı kurtarmaya karar veriyorlar. Kendilerine sürekli yaklaşan polise rağmen korkusuzca çantalarını dolduruyorlar. Özgür kendi çadırındaki tıbbi malzemeleri çantasına atarken ona yardım eden Nuray 30 saniyede bir polisin hangi konumda olduğunu rapor ediyor. Polisin iyice yaklaştığını artık gitmeleri gerektiğini söyleyen Nuray’a kararlı bir sesle komut veriyor Özgür;
“Sen hemen kaç! Ben geleceğim.”
Nuray bu emre neden hiç sorgulamadan itaat ettiğine hala şaşkın “O kaç dedi, ben de kaçtım” deyip şaşkınlıkla bakıyor yüzüme. Peki, Özgür neden kaçmıyor? Çünkü o Yeşil Tişörtü belediyenin çöpçülerine teslim etmemeye kararlı. Ancak nerede bu Yeşil Tişört? Artık neredeyse polisle burun buruna gelen Özgür güzelim tişörtünden vazgeçiyor içi parçalanarak. Ancak hemen koşarak parkı terk ettiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Dışarıda yaralı insanların olduğunu bilen Özgür hiç olmasa bir tane sedyeyi kurtarmadan parktan çıkmamaya karar veriyor. Katlanabilir sedyeyi koluna bağlarken şahit olduğu manzara içini parçalıyorsa da direncini artırıyor vesselam. 10 yaşında bir çocuğun gaz bulutu içinde beş metre ötedeki babasına feryadını görüyor önce, sonra 10 yaşındaki çocuğun yüzüne gaz sıkan polisi. Gözü dönüyor Özgür’ün sırtında koca bir çanta koluna bağlanmış oldukça ağır sedye ile bildiği bütün küfürleri sıralıyor. Kaçmıyor Özgür küfür ediyor ciğerlerini parçalarcasına, küçücük bir çocuğun yüzüne sıkılan biber gazına, yürümekte bile zorlanan babanın evladını kucaklayamayışına, minicik yavrunun korkudan büyüyen gözlerine rağmen insanlıktan çıkmış polise karşı küfürden başka ne yapılır ki? Ettiği küfürleri tahta joplar, yumruklar ve tekmelerle ödeyen Özgür babanın çocuğunu kucaklayarak parktan çıkışını seyrediyor dayak yerken, bir de tek düşündüğü koluna sardığı sedyeyi bırakmamak. Bırakmıyor da. Polis başka bir hedefe doğru yönlenirken çıkıyor parktan. Evine gidip kendini toparlayacak ve yaralılara yardım için kendini dışarı atacak Özgür, bundan başka hiçbir şey düşünmüyor.
Bu esnada Nuray ise Özgür’ü düşünüyor. Hiç tereddüt etmeden kabul ettiği “sen kaç” komutuna nasıl riayet ettiğine öfkeli. Onu sağ salim görmezse rahatlamayacak vicdanı. Bir yoldaşını geride bırakmanın pişmanlığıyla kıvranırken rahat koltuğunda kahvesini yudumladığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz elbet. Nuray çoktan evini bir revire çevirmiş ve görevine kaldığı yerden devam ediyor. İki yaralı arası bir telefon edip Özgür’e talimat veriyor.
“Senin sağlam olduğunu kendi gözlerimle görmem lazım!”
Özgür on beş dakika dinlendikten sonra Ramada Otelde alıyor soluğu. Sabaha kadar görenlere aklını uçurtacak bir cesaretle plastik mermilerin arasında yaralı avı yapıyor. Kaskı bile olmadan plastik mermilerin arasına dalan Özgür’e orada olan herkes deli gözüyle bakıyor. Hatta intihar ettiğini düşünenler var. Ama Özgür yaralı yerine gaz bombası taşıyan 112 Ambulansını, ambulanstan indirilen ağır yaralının asfalt zeminde 15 dakika kan kaybetmesini izleyen polisleri gördükçe daha kararlı dalıyor mermilerin, fişeklerin ortasına. “İnsanım ulan ben, terk edemem kimseyi ölüme!” demeye getiriyor her şeye inat!
Çılgın Hemşire’nin evi ise çoktan fişlenmiş, ev sahibi sıkıştırıyor, kapıda siviller bekliyor. Boşaltılması şart bu revirin ancak Nuray inatçı, “Özgür buraya gelecek! Onu sağ salim görmeden çıkmam!” diyor başka da bir şey demiyor.
İki ayrı bölgede hayat kurtarmak için kendini parçalayan bu iki canın buluşma vaktini yine doğa belirliyor. Yağmur bulutları bu kez Özgür’ün dinlenmesi için harekete geçiyor.
Polis yağmur sayesinde çekilip ortalık durulduğunda Özgür’ün gideceği yer belli. Nihayet öyle oluyor. Çalıyor Nuray’ın kapısını. Bizim Çılgın Hemşire derin bir nefes alıyor Özgür’ü tek parça görünce. Bu ikisine kalsa akıllarında arayıp bulamadıkları aşk hala ortada yok. Ancak bizim gizli el son darbeyi vurmadı daha. Bizim iki aşık devrim için seferberliğe kaldıkları yerden devam ediyorlar. Telefon görüşmeleri, yaralıların bakımı derken, gelen bir telefonla konuşabilmek için sessiz bir yere geçme ihtiyacı olan Özgür farkında olmadan Nuray’ın odasına giriyor.
“Geldim ağbi şimdi, bir arkadaşın evindeyim ben… Şey buradayım da ağbi şimdi kapatıyorum ben seni sonra ararım.”
Özgür telefonu kapatıp uzun süre gözleri sabit bir biçimde baka kalıyor Nuray’ın yatağının başucuna. Sanırım neye baktığını tahmin etmek çok zor değil. Yıkanmış, kurutulmuş öylece duruyor orada bizim Yeşil Tişört. Özgür o an hissediyor tamamlandığını işte. Bahaneyle Nuray’ı odaya çekiyor;
“Nuray senin balkonun manzarası ne güzelmiş.”
“Ne manzarası be, esas manzara üst katta.”
“Hayır bence en güzeli burada!”
Bundan sonra romantik dakikalar, iltifatlar baş başa geçirilmiş rüya gibi anlar bekleyenler yine hayal kırıklığına uğrayacaklar üzgünüm. Nuray ve Özgür’ün aşık olduklarını anlamaları devrimden vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Ev hala yaralı insanlarla dolu, Mutfakta en az barikattaki kadar iş var. Yan yana çalışmaya devam ediyorlar. O gece evin kalabalık olması yüzünden kendine yer bulamayan Nuray, Özgür’ün yanına kıvrılıveriyor. 32 yıllık ömürlerinin en tamamlanmış uykusunu sarılarak yaşayan Özgür ve Nuray sabah uyandıklarında birbirlerine aynı anda şu soruyu soruyorlar;
“32 yıldır nerdeydin?”
İşte böylece o gün, orada karar veriyorlar bir daha hiç ayrılmamaya. Günlerdir birbirlerine âşık olduklarını hiç fark etmeyen bu iki güzel insan, birlikte olma kararlarını arkadaşlarına açıkladıklarında, tebrik yerine ilginç bir tepkiyle karşılaşıyorlar.
“Siz zaten sevgili değil miydiniz? Bütün Park sizi sevgili biliyor”
Devrime adanmış, âşık olduklarından habersiz iki yürek şimdi devrim kadar güzel bir düğüne hazırlanıyorlar. Düğün organizatörleri ise onlarca çapulcu. Şimdi düğün salonunu merak edenler sıkı dursun. Düğünümüz aşkın ve devrimin başladığı yerde Gezi Parkı’nda.
Reklam, sansasyon gibi yaftalarla itham edilmekten çok korkuyorlar ama düğünü Gezi Park’ında yapmaktan vazgeçmek mümkün değil.
Her sabah aldığı 2 ekmek ve 12 yumurtayla parka gelip, ekmeğin birini, yumurtanın altısını parka bıraktıktan sonra “ne olur yiyin çocuklar” diyen seksenlik teyzenin gelmesi gerek bu düğüne, gölgesinde aşık oldukları ağaçların, kurtarabildikleri kuşların nikah şahidi olmadığı düğün, düğün sayılmaz ki. “Ben on üç yaşındayım yanınıza gelemiyorum” diyerek yanından ayırmadığı uğurlu oyuncağını ta Amerika’dan parka yollayan çocuğun uğuru o var o parkta. Çocukların kartpostallarla, mektuplarla yollanmış iyi dilekleri parkın her köşesine sinmişken bu parkta evlenmek istemenin neresi yanlış? Çarşı grubu bu çiçeği burnunda aşıkları meşaleleriyle karşılamazsa eksikliğini hissetmeyecek mi kimse? Düğün Ethem, Mehmet, Abdullah, Ali olmadan olur mu? Nuray ve Özgür onlara yetişemediyse de ruhları Nuray ve Özgür’e hep yardım etmedi mi? Şimdi Gezi Parkında dolaşan ruhlarına düğünü uzaktan seyrettirmek yakışır mı bize? Divan Oteli’nde Nuray’ın tıbbi olarak yapabileceği hiçbir şey kalmamışken, sloganlarla hayata döndürdüğü direnişçinin hatırına, Divan Otel’in pencerelerine karşı yapmak bu düğünü boynumuzun borcudur. Hem bütün çapulcuların davetli olduğu bu düğün hangi düğün salonuna sığar sorarım sizlere?
20 Temmuz 2013’de direnişin bu güzel yürekli iki insanının hepimizin hayatının birleştiği yerde Gezi Parkı’nda hayatlarını birleştirdiğine şahitlik etmek isteyen tüm çapulcular orada olacak. Dünyanın en kalabalık düğününü yapacağız birlikte. Nuray ve Özgür için, Özgürlük için en iyi bildiğimiz şeyin sevmek olduğunun ispatı için …
Şirin Öten
www.dunyalilar.org