Vehimlerin yaprak yaprak döküldüğü her geçen yıl biraz daha kaditleşir ağaç. Çocuk, istikbale taşan bir ümitti, yıllarca yetiştireceğim diye çırpınıp durdun. Ne oldu?
Hint’e gömdün rüyalarını. Cehennemde bir gül bahçesi yaratmak istedin. Tanıdığın ve tanımadığın dostlara buyurun diyebileceğin bir gül bahçesi. Ne oldu?
Ne acılar kelimeye aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş altında söylenmeyen ne kaldı? Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillah Therese için, Kitab-ı Mukaddes, ikisi de inandıkları için savaştılar. Sainte Therese, Kilise’nin masallarına aşıktı. Don Kişot, çevresindeki masallara, İslamiyet de Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları. Hayat büyük, çılgın, deli dolu, ikisinin de dışında. Hiç kimse Babil kulesine söz geçirememiş. Kilisenin nassları kocakarı hikâyesinden daha çürük çarık. Ama bir Pascal, bir Lamennais, hatta bir Dosto benimsemiş masalları, insanoğlunun budalalığı korkunç ve hudutsuz. Eflaki Dede’nin anlattığı menkıbelerle Sosyalizmin inşa ettiği tarih aşağı yukarı aynı. Hakikat nerede? Bir zamanlar Descartes’lara, Büchner’lere, Nordau’lara inanırdım. Şimdi… Şüpheden bile şüphe. Acz-i mutlak tesellisine bile sahip değiliz. Hiçbir şey mutlak değil. Keşiş Meslier yıllar yılı vaazlar vermiş. Çevresindeki bütün itibarî yalanları yüzde yüz benimsemiş, tekrarlamış, kökleştirmiş. Ama her akşam isyan ve acılarını kağıda dökmüş. Ne kadar haklı. Her düşünen bir parça keşiş Meslier’dir. Konuşmayan bir keşiş Meslier. Düşündüklerimizin ne değeri var? Başkalarını tedirgin etmek için sözde hakikatlerimizi haykırmak, terbiyesizlik.
Celalettin büyük bir insan. Herkes öyle diyor. Yüz binlerce talihsiz eteğine yapışmış üstadın. Asırlardan beri hükümran. Ona dil uzatmak ne haddine? Tanıyor musun ki? Hayır. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi tanımıyorum. Tanıyanlar tanıyor mu ki? Tanıyanlar, daha doğrusu tanıtanlar. Gölpınarlı’ya göre, üstat, çağının peşin hükümlerine başkaldıran hürendiş bir düşünce adamı. Aynı Gölpınarlı’ya göre, Şemsettin Tebrizî ile Sodom’un yüz gününü yaşamış, mezhepsiz, mukaddesatsız bir sapık, 13. yüzyılda bir Marki de Sade. Sohbetlerinde bunu söyleyen Gölpınarlı, kitaplarında başka türlü konuşuyor. Hangisine inanacağız? Eflaki Dede üstadın kerametlerini kitaplaştırmış. Aynı insan hem veliler velisi, sultanlar sultanı, hem şeytan.
Celalettin’i geçelim. İsa Peygamber, bazısına göre tenperver ve sapık bir serseri, bazısına göre Allah’ın oğlu, insanlığın ezelî günahını bağışlatmak için çarmıha gerilmiş. Bu zıt hükümlerin hepsine birden doğru demek mümkün mü? Nordau da birçok meslektaşları gibi mistisizmi akıl hastalığı sayıyordu. Nordau kim? Adını bilen bin kişi ya var ya yok. Mistikler, Hermes’ten bu yana insanlığın büyük bir yekununu kaz gibi gütmüşler. Hakikatin ölçüsü ne? Müritlerin sayısı mı, inandırma gücü mü? Hallaç divane miydi, dahi mi? Muhittin İbn Arabi, Sühreverdi, İbn Bâce, İbn Rüşt, İbn Sina, onları anlayamıyorum. Anlayamayacağım da. Anlasam ne olur? O kadar derin bir cehaletle bu adamlara dil uzatmak düpedüz edepsizlik. Herkes bir mukaddese sarılmış. Mukaddeslerin abes olduğunu nasıl iddia edebilirsin? Teklif edebileceğin hiçbir değer yok. İbn Haldun, Balzac, Marx, tezatlar içinde çırpınan birer divane. Neyi aydınlatmışlar, kime göre aydınlatmışlar. Zavallı Fikret! “İnan Haluk, ezelî bir şifadır aldanmak” demiş. Galiba tek doğru söz bu.
(Cemil Meriç, Jurnal, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2. Cilt -1966-1981, shf. 298-299)
Ömer Yılmaz