Fikret Başkaya ile kapitalizm ve ekolojik kriz üzerine Emrah A. Dağıstanlı’nın yaptığı röportajı…
Ekolojik krizden ne anlaşılıyor. Ekolojik kriz dendiğinde aslında ne kastediliyor?
Ekolojik krizden biyolojik çeşitliliğin azalması, doğal kaynakların tükenmesi, küresel kirlenme ve tabii “iklim krizi” veya “atmosferin ısınması” anlaşılıyor…
O halde bu krizlerin gerisinde ne var? Neden böyle bir tablo ortaya çıktı?
Bu durumun gerisinde kapitalizm var, zira kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz. Kapitalizm akla, mantığa, izana ve sağ duyuya aykırı bir sistemdir. Canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Esasen kapitalizmde ilişki tersliği vardır. Öküz arabanın arkasına koşulmuş durumdadır. Çılgın rekabetten dolayı her kapitalist işletme, her seferinde daha çok üretmek zorunda. “İleriye doğru kaçmak zorunda”. Başka türlü yapamaz. Sistem sınırsız büyüme eğilimine ve dinamiğine sahip ama bu dünyanın kaynakları sınırlı. Bir şey üretmek, doğadan bir şey çekmek, eksiltmek demektir. Üstelik üretirken de, tüketirken de kirletmek kaçınılmazdır. Fakat kapitalistler doğaya verdikleri zararın bedelini ödemeye yanaşmazlar. Doğayı sınırsız yağmalanabilir, talan edilebilir bir şey sayarlar. Zarar doğaya ve topluma fatura edilir. Durum böyle olunca, sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme saçmalığı, bütün dengeleri alt-üst etti ve sistem duvara dayandı. Artık genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Dünya hızla yaşanmaz bir yer haline geliyor.
Oysa iktisat kitaplarında kapitalizmin gelmiş geçmiş en rasyonel sistem olduğu söyleniyor?
Bunu kim söylüyor? Zira, nereden konuştuğun, nereden, kimin tarafından baktığın önemlidir. O kitaplarda yazılanın bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur. Kapitalist sömürüyü, yağmayı ve talanı ve tabii burjuva egemenliğini meşrulaştırmak/kabullendirmek/dayatmak amacıyla uydurulmuş safsatalardan ibarettir.
Sözünü ettiğiniz bu durumun başlangıcı ne kadar gerilere gidiyor. Ekolojik bozulmaya bir tarih vermek gerekirse, hangi tarihi dikkate almalıyız?
Aslında bozulma süreci kapitalizmin sahneye çıktığı 15. yüzyılda başlıyor ama sanayi devriminden sonra (1780’li yıllar) hızlanıyor. Tabii iki tarih daha vermek gerekiyor. Biri II. emperyalist savaş sonrası, diğeri de ‘yükselen ülkeler’ denilenlerin sahneye çıktığı yaklaşık son 20-25 yıl. Aslında kapitalizm insan toplumlarıyla doğa arasındaki ilişkiyi bozdu, ters/yüz etti… Doğa, sınırsız yağmalanabilir, talan edilebilir bir şey, pasif bir nesne sayıldı. Bu, “kapitalizm merkezli” (capitalocene) bir sapmaydı. Kapitalizm insan ihtiyaçlarıyla o ihtiyaçların karşılanması (tatmin edilmesi) arasındaki ilişkiyi bozdu. Kapitalizmde üretimin birincil amacı ihtiyaçları karşılamak değil, piyasada satmak, kâr etmek amacıyla mal üretmektir. Kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir. Üretim başlı başına bir amaç haline geliyor ve insan ihtiyaçlarına yabancılaşıyor. Rekabet her kapitalisti/kapitalist işletmeyi rekabetçi olmaya zorluyor. Rekabet edebilmenin birinci koşulu da, en ileri üretim tekniklerine [yüksek teknolojiye] sahip olmakla mümkün. Dolayısıyla kapitalizm teknikçi bir sistemdir ve sürekli olarak canlı emeği (işçiyi) makinayla ikame etme zorunluluğu vardır. Başka türlü söylersek, her ileri aşamada daha çok makina, daha az canlı emek (işçi) kullanma zorunluluğu var. Lâkin önemli bir sorun var: Makina yeni değer/fazla değer üretmez… Daha önce harcanmış ve makinada içerilmiş (donmuş) değeri yeni ürüne transfer eder. Daha hızlı ve daha çok üretmeye yarar sadece… Bunun da iki sonucu var: Birincisi, üretilen malları satmak (realizasyon) zorlaşıyor, zira sistem işsizliği ve yoksulluğu artırarak yol alabiliyor. Ve ikincisi de , her ileri aşamada daha az değer üretiliyor ve bunun sonucunda da kâr oranları düşüyor. Marx’ın ünlü kâr oranlarının düşme eğilimi yasası dediği… Ve tabii sistem krize giriyor.
Bu gün itibariyle küresel ısınmanın ve doğal çevrenin bozulmasının kaygı verici bir sınıra geldiğini söylemek mümkün mü?
Bu ikisinde de durumun kaygı verici olduğunda hiç şüphe yok! Eğer insanlar olabildiğince çabuk harekete geçip, radikal tedbirlerle bu tehlikeli gidişi durduramazlarsa, sanılandan çok erken bir tarihte gezegenimizin önemli bölgeleri yaşanamaz hale gelecek. Daha şimdiden ‘sınırın aşılmış olduğunu’ söyleyenler bile var… Nitekim, Fransız iklimci Jean Jouzel ve bir grup bilimci, eğer önümüzdeki 3 yıl içinde sera etkisi yaratan gaz emisyonu durdurulamaz ise, gezegenin ‘yeni tip bir iklim‘ dönemine girebileceğini iddia ediyorlar. Zira, sıcaklığın 50 derecenin üstüne çıktığı durumda nelerin olabileceğini kestirmek zor değil.
Mesela neler olabilir?
Bir kere yangınlar artabilir, gıda üretimi olumsuz etkilenebilir. Gıda verimliliğinde (randıman) büyük düşüşler yaşanabilir. Seller, su baskınları, hortumlar, fırtınalar daha yıkıcı hale gelebilir… Sıcaklık artışının en çok hissedildiği bölgelerden mülteci akını devasa boyutlara çıkabilir. Afrika boynuzundan, Orta-Doğu’dan, İran ve Pakistan’dan büyük bir mülteci akın olabilir. Zira, daha şimdiden dünyada 65 milyon “iklim mültecisi” var. Nitekim 2016 verileri, sıcaklık seviyesinde, sera gazı emisyonunda, okyanuslardaki yükselmede, kuraklıkta. vb. önemli artışlar kaydedildiğini gösteriyor. Bu süreç devam ederse, sıcaklık bu hızla artmaya devam ederse, mesela bundan 50-60 yıl sonra Güney Doğu Asya ‘yaşanabilir bir yer olmaktan çıkabilir… Daha şimdiden okyanuslardaki mercanların %25’i yok olmuş durumda. Omurgalı hayvanların sayısında da alarm verici bir azalma var. Biyolojik çeşitlilik hızla yok oluyor! Fakat daha da ürpertici bir şey var: Eğer buzullar bu hızla erimeye devam ederse, okyanusların 7 metre yükseleceği tahmin ediliyor. Bütün bunları özetleyecek bir şeyi daha hatırlatabiliriz: Bu yılın (2017) Temmuz ayı sonundan beri, gezegenimiz ‘borçla” yaşıyor. Başka türlü söylersek, insanlık 7 ayda dünyanın bir yılda ürettiği doğal kaynağı harcamış/kullanmış bulunuyor. Bu da, beş ay borçla devam edecek demektir! Ve her geçen yıl “borçlanma tarihi” daha da öne çekilmek kaydıyla. Dolayısıyla, borçla yaşayan sadece devletler, şirketler ve aileler değil! Gezegen de borçlu. Artık, mevcut şımarık üretim ve tüketim düzeyini sürdürmek mümkün değil. Bir fikir vermek için, eğer dünyadaki herkes, her birey Fransa’nın ortalama yaşam düzeyinde yaşasaydı, şimdiki gibi 3 gezegen gerekecekti. Hesap ortada değil mi?
Durum böylesine vahim ise eğer, ABD Başkanı Donald Trump’ın “Paris İklim Anlaşması”ndan çekilmesi büyük bir çelişki değil mi?
Çelişkiden de öte tam bir saçmalık. Başkan Trump bir oligark. ABD oligarşisinin bir üyesi. Elbette petrol, otomotiv, inşaat tekellerinin, silah tekellerinin, agro-endüstri tekellerinin, ilaç tekellerinin, v.b. ve onların lobilerinin istediği istikamete gidecek. Bir bütün olarak Amerikan Oligarşisinin çıkarlarını gözetecek. Lakin gözden kaçan bir şey var: Biliyorsun “Paris İklim Zirvesi”nden [2015], önce iklim kriziyle ilgili 2 zirve daha yapılmıştı. Ünlü “Kyoto Protokolü” 1997 ve 2009 Kopenhag Zirvesi… Fakat, her zirveden sonra atmosfere karışan sera gazı miktarı artmaya devam etti. Dev şirketler ve lobileri mevcut durumun değişmesini istemiyor. Yapılan anlaşmaların ekseri bir bağlayıcılığı yok. O zaman tüm bu şatafatlı ‘zirveler’, ‘protokoller’ seyirciyi oyalama işlevi görüyor. Amerikan başkanlarından George Bush (baba), “Amerikan yaşam tarzı pazarlık konusu yapılamaz” demişti. Aslında bu Avrupa ve Japon yaşam tarzı da pazarlık konusu yapılamaz demeye geliyor. Zira kollektif emperyalizm bir bütündür. Böyle bir anlayış geçerliyken zirveler anlamlı olmaktan çıkıyor.
Amacı ve varlık nedeni sürekli olarak kârı ve sermayeyi büyütmek olan bir sistemde, çevre korumanın imkânsız olduğunu mu söylüyorsunuz?
Bir halk deyişi: “Sistemin motoru kâr ise, orada yıkım ilerleme sayılır.” der. Öyle bir sistem ki, her seferinde daha çok üretmek zorunda ve üretilenin de mutlaka satılması, tüketilmesi gerekiyor. Başka hiç bir kaygı da olmayınca, çevre tahribatı ve ekolojik yıkım neden şaşırtıcı olsun, neden bir istisna olsun? Mesela bir oto-yol yapıldığında bu büyük bir başarı olarak sunulur. Oysa o oto-yol atmosferin ısınmasından tutun da, bir dizi tahribata ve yıkıma neden oluyor. Oto-yol ekosistemi yok ediyor. Mesela yolun bir tarafındaki canlılar, diğer taraftaki su kaynağına ulaşamaz ve ölür. Bir proje ne kadar büyükse ekolojik yıkım da o kadar büyüktür. Onun için “Büyük Projelere” mutlaka karşı çıkmak gerekiyor. Tabii kâr da o kadar büyüktür. Üçüncü Boğaz Köprüsünden hiç geçtiğin oldu mu? Ben ilk geçtiğimde gördüğüm manzara karşısında büyük bir moral bozukluğu yaşadım. Resmen güzelim doğa hançerlenmiş. İyi de o köprüyü neden inşa ettiler? Çokuluslu şirketlerin ürettiği malları taşıyan araçlar daha rahat seyretsin diye. Petrol, otomotiv ve inşaat firmaları daha çok kâr etsin diye. Bir yerde orman yangını çıktığında, gazeteler/televizyonlar ekseri haberleri “şu kadar hektar orman kül oldu” diye veriyor. Oysa orada yok olan sadece ağaçlar değil ki, yüzlerce, belki binlerce yılda oluşan ekosistem de yok oluyor.
Anladığım kadarıyla, kapitalizm dahilinde ekolojik felaket kaçınılmazdır demek istiyorsunuz. Bu bağlamda sosyalist ülkelerin performansı nasıldı?
Aslında gerçek dünyada ‘sosyalist ülkeler’ diye bir şey yoktu. Kendilerinin ve başkalarının “sosyalist” dediği ülkeler vardı sadece. Zira, söz konusu ülkeler amaç olarak kapitalist/emperyalist Batı’yı ‘yakalama’, taklit etme yolunu seçmişlerdi. Dünyanın varını-yoğunu yağmalayan, talan eden ülkelerle yarışa girmişlerdi. Oysa “başka şey” yapmaları gerekiyordu. “Başka bir şey” yapabilmek için de “başka bir yola” girmeleri gerekiyordu. Kaldı ki, öyle bir şey hem saçma ve hem de zaten mümkün değildir. Hiyerarşik dünya sisteminde “yakalama” mümkün değildir. Öyle olunca, onlar da en az benzemeye çalıştıkları kadar doğayı tahrip ettiler. Şimdilerde Kapitalist Çin’in başarısından çok söz ediliyor da, o “başarının” ne pahasına, nasıl mümkün olduğu sorun edilmiyor. Çin’in bir çok büyük kentinde nefes almak giderek zorlaşıyor. Müthiş bir doğa tahribatı almış başını gidiyor…
Eğer durum söylediğiniz kadar kritikse, riskler, tehlikeler bu kadar büyükse, bu tehlikeli gidişi durdurmak neden mümkün olmuyor?
İnsanlar ekseri “bütünü” kavramaya pek eğilimli değillerdir. Yakınlarında olup-bitene göre tavır alırlar. Sorunlara mahalli planla bakarlar. Şimdilerde “bütünü” ve gerçek dünyada olup-bitenleri kitlelere anlatacak, duyarlılık yaratacak, bilinç açıklığı sağlayacak entellektüeller de ekseri sınıfta kalmış durumdalar. Velhasıl bir radikal eleştiri veya radikal eleştirel düşünce zaafı var. Maalesef insanların çoğunluğu, en azından şimdilik, kafayı tüketimle bozmuş durumda. Kapitalizmde üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuştur ama şimdilerde tüketimle satın alma eylemi arasındaki bağ da kopmuş bulunuyor. İnsanlar “satın almak için satın alıyor” ki bu tam bir saçmalık. Başlarını sefil reklamlardan, televizyon dizilerinden, cep telefonlarından kaldırmıyorlar. İdeolojik kölelik rahatsız edici.
Bununla iyimser olmaya uygun bir durum yok mu demek istiyorsunuz?
Söylediklerimden öyle bir anlam ve sonuç çıkarmak doğru olmaz. Elbette mücadeleler var ve hem de çok çeşitli ama bu mücadeleler ekseri mahalli düzeyde, bir birinden kopuk, bölük-pörçük, bütüncül bir perspektiften yoksun. Fakat hepsinden önemlisi, kapitalizmi radikal olarak sorun etmeme zaafı var. Öyle olunca da, güç dengesi karşı taraf lehine oluşuyor. Oysa, ekolojik mücadelelerle sosyal mücadelelerin, sınıf mücadelesinin kavuşması, ortaklaşması gerekiyor. Fakat bir sıkıntı var: Artık sorunlar ertelenebilir olmaktan çıkmış durumda. Vakitlice kapitalizmden çıkma perspektifine sahip bir enternasyonal inşa etmek gerekiyor ki, böyle bir şey de asla imkânsız değil. Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir. Yıkıma ve vahşete razı olmak zorunda olmadığımıza göre! O zaman akla Antonio Gramsci’nin söylediği geliyor: “Aklın kötümserliği ile arzunun iyimserliği” arasında uygun bir denge kurabilmek…
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)