İmparatorluğu her dem yücelten, köprülere padişahların isimlerini veren, Allah’ın iznini aldığını iddia edenler bu Osmanlı mirası ahşap padişah köşküne neden böylesine zarar verdi?
Çok uzun zamandır bekleyen, bir türlü yazıya düşmeyen bir acı, öfke, çıldırış… Bu yazı baştan ölü. Bilesiniz. Kendini adadığı tepenin kafasını kopardıkları gün, bu yazı da utancıyla öldü. Başka her şeyle mücadele edecek, her şeye bir diş bileyecek, kaş bükecek, çene kaldıracak, laf atacak gücü vardı belki yazarının ama çocukluğunun kokusu hüüüp diye çekilip, taaa aşağılarından, denizin güm güm vurduğu sahilden başını kaldırıp kaldırıp baka baka sevdiği yegâne, süslü mü süslü büyük bir ev – evin hayali de- yıkılınca… Kanlı bir öksürük tuttu.
Başbakan mimarlığı verem etti.
60 dönümlük Vahdettin Korusu’na “köşk” dediler önce. Köşk dedikçe sahiplendiler. “Koruları” korudukları yoktu, şehre cüret etmişlerdi bir kere. Çengelköy’ün en gözde tepesindeki koruda yer alan ahşap Vahdettin Köşkü 1800’lerin başında inşa edilmiş 1. derecede tarihi eserken bugün tümüyle yanlış restorasyonla mimarlık mirası listesinden silindi.
Osmanlı bahçe düzeninde tanzim edilen bahçesi Tanzimat peyzajının önemli temsillerindendi. Boğaziçi’nin kimliğini yansıtan bitki örtüsü botanik müzesiydi adeta. Bülbüllerin öttüğü bahçede sedir, fıstık çamı, porsuk ağaçları, at kestaneleri, akçakesme, ıhlamur, kermes meşesi, yalancı akasya, Toros sediri, Himalaya sediri, servi, erguvanlar ve daha pek çok anıtsal ağaç türü yükseliyordu. Dev çınarlarla çevrili alanda ağaçların hepsi yaşlı ve korunması gereken özel varlıklardı. Leylak, karayemiş, gülibrişim, manolya, yanından geçerken kokusuyla sizi mutlu eden yaseminler, sonra meyve ağaçları; malta eriği, yabani fındık, kızılcık ve yabani kirazlar bolca yer alıyordu. Ve efsane ayva… Koruluğun yanından geçen Çengelköy Mezarlığı’na dayanan yol boyunca ise her türlü böğürtlen, çitlembik gibi çalı türleri dikkat çekiyordu, diş budak, hatta zeytin ve iğde bile vardı. Tepeden aşağı yürüyerek indiğinizde size, yüzü yola yan bakan, cumbalı, mor sümbüllü, asma bahçeli ahşap evler, az sayıda kâgir bitişik nizam konutlar eşlik ederdi. Dardı yolu. Dik yokuşu tırmanmakta zorlanırdı Kemalettin Tuğcu evine giderken.
Size şimdi eski Çengelköy’ü, Çamlıca’dan Havuzbaşı’na -Hasbahçe denilen yere- ta denize dek inen ağaçlıklı yürüyüş yolunu, Boğaz’a şırıl şırıl akan derelerini, o derelerin etrafındaki ahşap, derme çatma iskeleleri, dizi dizi ahşap evleri, taş duvarların dibinden fışkıran asma gülleri, Arnavut kaldırımlarını, İstavroz Bahçelerine uzanan şahane yalılarını, pazar kayıkhanelerini, hamallar iskelesine yanaşan süt, meyve ve kömür dolu kayıklarını ve yüzü kırış kırış kayıkçılarını, sonralarda bu iskelenin olduğu Çengelköy kumsalında denize giren güzel kızları, o kızların evlerinden çıkarken içlerine giydikleri renkli mayolarını ve üzerlerine geçirdikleri mini havlu elbiselerini, sandalla gezen ergenlerini, Ortaköy’den kız kaçıran delikanlılarını, meyhanelerini, bostanlarında yetişen bin bir çeşit çiçeklerini, bostancılarını, onların eğilip kalkmaktan bükülen emektar bellerini, çıtır çıtır badem salatalıklarını, mahalle içlerine doğru yayılan bahçeli evlerden görünen olağanüstü mavi ve pembe ortancalarını, Rumların o tatlı anılarını, reçellerini, geceleri Nur Sineması’nda yan yana birleştirilmiş iki sandalyede uyuyan çocuklarını, çocukların gözleri kapalı yüzüne vuran Türkan Şoray’ın güzel aksini, Gülcü Mustafa’yı, Todori’yi, Doktor Eleni’yi, 1950’lerde Çengelköy Caddesi’nde tek kale top oynayan erkek çocuklarını, manolya zamanı çiçek satan kız çocuklarını, balıkçıları ve güzel kedilerini, hepsinin su içtiği dondurma külahını andıran Lahana Çeşmesi’ni, eksik olmayan karakolunu, bir bir yok olan festivallerini ve ömrümü adasam da öğrenmekle bitiremeyeceğim fevkaladeliklerini anlatacak değilim. Dedim ya ölü doğdu bu yazı. Ben baba tarafından beşinci kuşak, anne tarafından üçüncü kuşak Çengelköylü, bir garip mimar. Bilmiyorum Orhan Veli şimdi “olmayan” bu koruda mı yazmış “İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirini. Hiç bilmiyorum gerçekten.
Ah bu kanlı öksürük…
Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları gösteriyor ki Vahdettin Köşkü cumhurbaşkanı konutu ya da çalışma ofisi olacak. Tümüyle yıkılıp betonarme olarak yapılan 1 büyük ve 4 dört küçük köşk, ek yapılar, helikopter pisti, istinat duvarlarıyla tamamen beton bir kutu artık. Boğaz Köprüsü’nden Avrupa’ya geçerken başınızı sağa çevirin, bir hapishaneyi andıracak size.
Restorasyon geri dönülmez hatalarla dolu! (Restorasyon denmemeli düpedüz bir müdahale yeni bir inşaat bu!) Topoğrafyası tümüyle yok edildi, düzleştirildi, tepe alçaldı ve doğal biçimini kaybetti. Taşıyıcı sistemin ahşap olması gerekirdi en büyük yanlış iskelette başladı. Ahşap köşklerin mimari nitelikleri yenilemede tekrar edilmedi, pencereler büyütülüp eklendi, sağır yüzeyle artırıldı. Bahçede birkaç çam familyasından ağaç dışında hiçbir canlı bırakılmadı. Son 2-3 yıldır yoğunlaşan inşaat pazar günleri bile devam etti bölgede yaşayan halk şikâyet ettiği halde ses ve toz durdurulmadı. Bununla da kalınmadı, Çengelköy’ün yol güzergâhı sanki coğrafyaya uygunmuş gibi yeniden düzenlendi, hukuka aykırı kamulaştırmayla 4 bin m² alan daha ek sağlandı, 13 eve 3 gün öncesinden yıkım kararı tebligatı gönderildi. Hiçbir proje halkla, basınla, mimari meslek odalarıyla şeffaf paylaşılmadı son ana kadar ne yapılacağı bilinemedi. Bilinseydi de yeni torba yasalarla yürütmeyi durdurmak imkânsız olacaktı zaten. Kamulaştırma kararı altında fezlekesi bir türlü gelmeyen, haklarında yolsuzluk iddiaları olan istifa etmiş bakanların da imzası var. Kamulaştırma halkın yararına değil imtiyazlarını kendi özel şahsına kâr amacıyla alan devlet başkanına sağlandı. Oysa padişah orada yaşarken doğaya el sürmemiş, bülbüllere dokunmamış, yöresine aykırı tek ot dikmemişti. İsteseydi oraya dev bir mermer saray yapamaz mıydı?
Başbakan mimarlığı verem ederken, malum, hedefi karşı devrim edasıyla Cumhuriyet yapılarıydı. Aynı hırs ve cebirenle Atatürk Orman Çiftlikleri’ni de ele geçirip yapılaştırmıştı. Hepsi de halkın kullanamayacağı devlet sarayları olarak işlevlendirilmişti. Öyle ya Vahdettin Köşkü halka açılamaz mıydı? Bir Osmanlı Müzesi, bir hasbahçe, bir nefes alanı olarak, tarihe dokunulan, korunan onunla barışılan bir alan olamaz mıydı? Neden her şeyi kendine istiyordu başbakan? Ve neden bunu görmüyordu seçmenleri ve sormuyordu, talep etmiyordu? Osmanlı’ya böyle mi sahip çıkıyorlardı?
Peki, imparatorluğu her dem yücelten, köprülere padişahların isimlerini veren, Allah’ın iznini aldığını iddia eden başbakan bu Osmanlı mirası ahşap padişah köşküne neden böylesine zarar verdi? Neden Boğaziçi’nin tescillenmesi gereken Osmanlı Bahçesi’sinin bile isteye katili oldu? Güç ve iktidar onu öyle kör etmişti ki darbe üstüne darbe indirdiği geçmişte zamanı kaydırdı zaar, Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya… Öyle ya daha önce de antik kentleri bir bir betonla örtmüşlerdi. Demek ki mesele geçmişin nereye düştüğü, hangi ideolojiyi yansıttığı değildi. Mesele sadece gösteriş ve paraydı!
Şimdi Çengelköy’ün, lüks ve pahalı restoranların, çayhanelerin işgal ettiği küçülen çok değerli kumsalı, tehdit altında. Zatı muhteremlerin ayak izleri öyle büyük ki, doğal mimari yerleşim yolların genişletilmesi nedeniyle tehlikede. Bir kısım halk kamulaştırma sonrası imza topladı, eylem yaptı, ne umutlu ki harekete geçti. Ancak hukuki yollar kapalı. Başbakan cumhurbaşkanı da seçildi, yeni kamulaştırmalar bekliyor bizi.
Şimdi bir mimar neden yazar anlıyor musunuz?
Sonsuzluk büyüyen bir şeyde mi, yoksa küçülen bir şeyde mi? Bulmak için.
Bina yıkılır, yazı kalır.
Ah bu kanlı öksürük. Bi tuttu ki!
Hırsız diyorduk hani, sırtımıza, duvarlara, sosyal medya kutularımıza yazıyorduk! Hır-sız. Bir kısım vatandaşı inandıramıyorduk, hani.
Şimdi nelerin çalındığını görebiliyor musunuz? İhbar ediyorum size ey inananlar!
Başbakan çocukluğumu çaldı!
* Vahdettin Köşküne’ne ait müdahale öncesi 2007 yılı fotoğrafları ve bilgiler için Mustafa Cambaz a teşekkürler; www.mustafacambaz.com
Simla Sunay Özdemir – http://www.arkitera.com/
Dünyalılar