Sıradan bir Amerikalı, eğer Ku Klux Klan gibi nefret ve fanatizme teslim olacak kadar akıl sağlığını yitirmemişse, tartışma konusu ne olursa olsun kendi fikrine tamamen zıt insanların da yaşam hakkı olduğunu ve onlarla birlikte hayatın daha zenginleştiğini kabul eder.
Bizde yaşanan gelişmelerin başdöndürücü hızına paralel olarak ortaya çıkan tartışma kültürü gözönüne alınırsa, sadece siyah ve beyazdan oluşan bir tablo çizilmesinden öteye geçilemiyor. Sözgelimi siyah ve beyaz birbirine düşman kamplar gibi bakmak yerine, beraber varolmayı denese, belki bir parçacık teselli imkanı doğacak. Ancak tartışma çizgileri öylesine keskin hatlarla çiziliyor ki, mesele dönüp dolaşıp “konuya benim gibi bakmayan varsa, kendini yok saysın” fanatizmine varıyor; sözün bittiği yere geliniyor.
Halen en güncel konulardan biri olma özelliğini koruyan Gezi eylemleriyle başlayan protestoların amacı ve niteliği hakkındaki tartışmalarda durum farklı değil. Bütün iyi niyetli çabalar maalesef geleneksel özelliğimiz “birbirini anlamaya çalışmama” kültürünün ördüğü duvara çarparak geri dönüyor. Daha 18’inde, 20’sinde olan bir gencin gezip tozup, hayatının baharını yaşamak yerine, biber gazı ve polis dayağı yemeyi göze almasına yol açan sebepler üzerinde düşünülmesi gerekir denilmesine bile tahammül edilemiyorsa, neyi tartışabilir ve nereye varabiliriz…
Televizyon ekranlarında hepsi bir şablondan çıkmış gibi duran komplo teorileri destekli, sürekli korku üreten tarz yorumlar bir kenara bırakılırsa, gazete ilanlarıyla atışma şeklinde yeni bir tarzın siyaset kültürüne eklendiği görülüyor. The New York Times gazetesinde yeralan ilan bir bakıma bu sürecin başlangıcı sayılabilir. Bu ilanda bir grup insan kendi bakış açısıyla siyasi idareyi eleştirmiş, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanında çağdaş standartların eksikliğini vurgulamıştı.
Çok geçmeden İngiliz The Times gazetesinde uluslararası şöhret ve saygınlığa sahip 30 imzalı bir ilan yeraldı. Bu ilan diğerinden daha çok dikkat çekiciydi; çünkü aralarında tek başına uluslararası siyasette bir diplomat gibi saygın yere konulan isimler vardı. Örneğin Sean Penn; George Bush yönetiminin Irak’a müdahale planlarını en sert biçimde eleştirmekle kalmayıp, Bağdat’a giderek Saddam Hüseyin’i ziyaret edecek denli muhalif bir isim. Örneğin Andrew Mango; neredeyse bütün ömrünü Türkiye üzerine araştırmalarla geçiren, Türk tarihi ve Atatürk uzmanı uluslararası çapta saygın bir akademisyen.
Bütün bunların ardından yaşanan olaylar kelimenin tam anlamıyla başdöndürücü boyutlara ulaştı. İlk önce Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın Amerikan The New York Times için yazdığı cevap geldi. Bakan Bağış, NYT yazısında, hükümete yönelik eleştiri konusu yapılan noktaların esasında Türkiye’de Avrupa standartlarında bir demokrasinin varlığının kanıtı sayılması gerektiğini vurguluyor; muhalif seslerin kendini barışçıl yollarla ifade etmesi kadar doğal birşey olmayacağını söylüyordu. Bir başka deyişle, entelektüel düzeyde bir fikir alışverişi ortamı yaratıyor ve hemen herkesin çekinmeden altına imza koyacağı bir metinle eleştirilere karşılık veriyordu.
“İlan yoluyla mesajlaşma” diyebileceğimiz bu yeni yöntem, İngiliz The Times ile devam ederken, ilginç bir niteliğe büründü. Türkiye’den bir grup gazeteci ve akademisyen hükümete yöneltilmiş eleştirilerin muhatabı olarak kendisini görüyor ve her nasılsa, ileri sürülmüş olan tezleri, karşı fikirlerle çürütmek yerine, “bizde çok adam bulunur” gibi bir ifadeyle yola çıkmak suretiyle, bütün meseleyi “benim taraftarım seninkilerden daha fazla, öyleyse sen haksızsın” noktasına indirgemeyi tercih ediyordu. Sözkonusu ilanda “Türkiye kendi sorunlarını kendisi bilen, aşan, çözen güçlü ve uzun soluklu insanların ülkesidir” cümlesi özellikle dikkat çekiciydi. “Karışmayın bizim işimize” diyorduk daha açık bir ifadeyle; ancak “benim takımın seninkini döver” tavrıyla hareket etmeye devam edersek, kendi sorunlarımızı yine kendi içimizde nasıl aşacağız, pek anlaşılmıyordu.
Hal böyle olunca, The New York Times ilanına itibar etmek daha mantıklı ve daha doğru bir yol olarak görünüyor. Bakan Bağış şöyle diyordu: “Son dönemdeki barışçıl protestoların başlıca nedeni, halkımıza sağladığımız fırsatlar sayesinde Türkiye’de canlı bir sivil toplumun ortaya çıkmış olmasıdır. İster çevre, ister bireysel özgürlükler nedeniyle olsun, demokratik yöntemlerle seçilmiş bir hükümete karşı şiddete başvurmadan yapılan protestoların Türk toplumunun Avrupalı kimliğini kanıtladığına inanıyorum.”
Bu yaklaşım ne denli doğru olsa da, paralel bazı açıklamaların kafa karıştırdığı, şaşırttığı bir başka gerçek. Eğer muhalif seslere karşı resmi tavrın böyle olduğunu kabul ediyorsak, yani demokratik hoşgörüye sahip olduğumuz öngörülüyorsa; tencere-tava çalanlar başta olmak üzere, vatandaşların birbirini ihbar etmesi için mahallelere “polis ihbar kutuları” yerleştirmek gibi eski Doğu bloku tarzı yöntemlerin planlanmasını nasıl açıklamak gerekiyor?
Eve ekmek almak için dışarı çıktığı sırada göstericilere atılan fişeklerin hedefi olup, halen komada yatan ve hayati tehlikesi devam eden 14 yaşındaki bir çocuğa kolaylıkla terör örgütü üyeliği yaftasının yapıştırılabildiği bir ortamda, neyi, ne kadar sağlıklı tartışabiliriz?
Bütün bunlara ilaveten, hükümet içinden bir görüş bağlamında, sözkonusu muhalif hareketin esasında “müebbetlik suç” olduğu dile getirilmiş ise, hangi açıklamanın veya yazılı metnin dikkate alınması gerektiği yine bir muamma haline geliyor.
“Sev Kardeşim,” tüm dünya insanlarına “hepimiz kardeşiz” mesajı veren, 1970’lerin unutulmayan parçalarından biridir. “Bütün dünya buna inansa/Hayat bayram olsa” nakaratındaki duruma benziyoruz adeta. Bütün dünya bize inansın istiyoruz, ancak mevcut açıklamalardan hangisine bakıp inanmalarını bekliyoruz, önce kendi aramızda bu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor.
Haldun Armağan
Kaynak:Posta212