Şiddetin “adaletin terazisini dengelediği”, ezilenleri güçlendirdiği 20. yüzyılın ikinci yarısına dair hangi örneği aklımıza getirsek, gözümüzün önüne hep bir kalaşnikof gelir.
Soğuk Savaş devri nükleer silahlarla, atom bombasının icat edilmesinin müsebbibi olduğu o “dehşet dengesi” ile anılır haklı olarak. “İlerleme” mantıksal sonucuna varmış, “insanlık” kendi kendini topyekûn yok edebilecek bir “gelişme” seviyesine varmıştır artık.
Ancak aşağı yukarı aynı zaman diliminde bir başka silahın (sessiz sedasız) icadı, yeryüzündeki siyasal ve askeri dengeleri sarsan bir etkide bulunacaktır. Mucidi Mikhail Kalaşnikov ile aynı adı taşıyan AK-47, kolay kullanımı, ucuz ve oldukça dayanıklı oluşu nedeniyle İkinci Dünya Savaşı ertesindeki dekolonizasyon sürecinde, sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş mücadelelerinin en güçlü silahı olur. Bütün bu dönemde kalaşnikof ezilenlerin sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı mücadelelerinin adeta bir sembolü haline gelir. Mozambik ya da Hizbullah’ın bayrağında kalaşnikofun hala yer alması, tam da bu sembolik gücün ifadelerinden.
Kalaşnikof (daha doğrusu onun modernize edilmiş varyantları) bugün de, yani Soğuk Savaş sonrasının dünyasında da (özellikle küresel güneydeki iç savaşlarda) yaygın bir biçimde kullanılan bir silah. AK-47’nin mücidinin hayatını kaybetmesi, önümüzdeki günlerde muhtemelen bir “kalaşnikof romantizmine” yol açacak. O nedenle hemen belirtmek, belki bir ölçüde uyarmak gerek: 1990’lı yıllarda patlak veren ve kalaşnikofun yoğun olarak kullanıldığı kırk küsür iç savaşta Birleşmiş Milletler’in tahminlerine göre dört milyonu aşkın insan ölmüş. Kimi tahminler daha da iddialı: Kalaşnikofun her yıl yaklaşık çeyrek milyon insanın ölümünden sorumlu olduğu söyleniyor. Artık kalaşnikoflar toplumsal ya da ulusal kurtuluş mücadelesi savaşçılarıyla değil, etnik ve mezhepsel iç savaşların çocuk askerleriyle anılıyor.
Bu kanlı ve meşum performansa rağmen yine de AK-47, bugün de ezilenlerin, güçsüz olanların silahı olarak hatırlanıyor, belli ki öyle hatırlanacak. Kalaşnikof sembolizminin dünyası artık bize çok uzak elbette. Silahlı mücadelenin devrimin bekasını garantilemediğini, aşağıdakilerin topyekûn kurtuluş özlemlerini teminat altına almadığını, silahlar zaferi getirse de devrimin kendi kendine ihanet ettiğini ve o silahların bu kez halka döndüğünü çok sayıda örnekte gördük. Silahların bir mücadelenin radikalizminin, devrimciliğinin kıstası, adeta alameti farikası olduğunu iddia etmek artık çok güç.
Bir örnek verelim: Geçenlerde Mandela’nın ölümü nedeniyle Güney Afrika’da apartheid karşıtı mücadelenin muktedirlerce nasıl soğurulduğu üzerine çok şey yazıldı, çizildi. Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi’nin beyaz rejimle “uzlaşması”, haklı olarak hatırlatıldı, bunun aslında bir “teslimiyet” olduğu vurgulandı. Ancak beyaz hâkimiyetinin ve kolonizasyonun uzlaşmayla, anlaşmayla değil de bizzat silahlı mücadele yoluyla son bulduğu örnekler de hiç parlak değil. Mesela Zimbabwe’de 1979’da silahlı mücadeleyle gelen kurtuluşun, zamanla vahşi bir diktatörlüğün kuruluşuna götürdüğünü gördük. Mandela eksiklik ve hatalarıyla da olsa bir sembol olarak kalacak. Ancak bugün de gelecekte de sanırım kimse müstebit Robert Mugabe’yi bir model olarak görmüyor ve görmeyecek. Demek ki mücadelenin araçları, bilhassa onun şiddetli ya da şiddetsiz oluşu, mücadelenin içerik ve yönelimini tayin etmekte, daha da önemlisi onun sonuçlarını değerlendirmekte yeterli, tayin edici bir kıstas değil.
Şiddetin devrimci mücadeledeki yeri gibi kapsamlı bir mesele bu yazının konusu değil elbette. Bu hususta belki bu noktada söylenebilecek tek şey, bu hususta ifratla tefrit arasında (yani mutlak şiddetsizlik taraftarlığıyla şiddeti fetişleştiren ve onu devrimci mücadelenin olmazsa olmazı haline getiren tutum arasında) hayli geniş bir gri alan olduğu. Şiddetin doğrudanlığı ve aciliyetinin toplumsal mücadeleler içerisinde yegâne uygun çare olduğu durumlar pekâlâ vardır. Öyle durumlar vardır ki şiddet, Hannah Arendt’in ifadesiyle “adaletin terazisini yeniden dengelemenin tek yolu” haline gelir.
İşte şiddetin “adaletin terazisini dengelediği”, ezilenleri güçlendirdiği 20. yüzyılın ikinci yarısına dair hangi örneği aklımıza getirsek, gözümüzün önüne hep bir kalaşnikof gelir. Arthur Penn’in yönettiği, 1967 tarihli Bonnie ve Clyde filminde, Amerikan tarihinin bu belki de bu son “klasik” sosyal eşkiyalık örneğini ele alan filmde, bir sahne vardır. Clyde, kriz dolayısıyla borçlandığı bankaya evini kaptıran bir ihtiyara silahını verir. Önce Clyde sonra ihtiyar, eve bankanın el koyduğunu belirten tabelaya ateş açar, tabelayı tabir caizse kalbura çevirir. İhtiyar belki de ilk defa banka karşısında, hayatını, evini çalan güç karşısında kendini güçlü hisseder. O dönemde daha kalaşnikof icat edilmemişti elbet. Ama tam da o sahnede ihtiyarın eline kalaşnikof pek yaraşırdı diye düşünmeden edemiyor insan…
Son olarak, kalaşnikofun nasıl “güçsüzlerin silahı” haline gelebildiğinin en ironik örneği, şu kısa film belki de:
Kaynak: http://fotibenlisoy.tumblr.com/