“İçeri girdiğimde Che bir bankta oturuyordu. Beni görünce, beni öldürmeye geldin, dedi. Kendimi ateş etmeye hazır hissetmiyordum, bana, sakin ol, alt tarafı bir adam öldüreceksin, dedi. Sonra kapıya doğru bir adım geri gittim, gözlerimi kapadım ve ilk ateşi açtım. Che bacakları çarpılarak yere yığıldı, kıvrandı ve kan kaybetmeye başladı. Cesaretimi topladım ve ikinciyi ateş ettim, onu kolundan, omzundan ve kalbinden vurdum.”
Başçavuş Mario Teran, o anı böyle anlatır. Che’ye ateş eden tek kişi ise Teran değildir. Yukarıdaki olayın ardından, içeri Başçavuş Carlos Perez girer ve Che’nin cesedine ateş eder, ardından da er Cabrero aynısını tekrarlar…
Tarihler 9 Ekim 1967’yi, saatler 13.10’u gösterirken, bu dünyanın gördüğü en büyük devrimcilerden birinin yaşamı son bulur…
Jorge G. Castaneda şu tespitte bulunur: “Ernesto Guevara’nın simgesel etkisi feda etme boyutu olmadan anlaşılamaz: Gücü, şöhreti, ailesi, konforu –her şeyi- olan bir adam bunları bir fikir için terk eder ve bunu öfke ya da kuşku duymaksızın yapar. Che’nin inkar edilemez ölme isteğini konuşmalarında ya da yazılarında, Fidel Castro’nun övgülerinde ya da Che’nin ölümünden sonra gelen şehitliğinin yüceliğinde değil, ölü gözlerindeki bakışlarda görebilirsiniz. Sanki ölü Guevara katillerine bakıyor, onları affediyor ve dünyaya, bir ideal için ölen kendisinin acı çekmekten çok uzak olduğunu ilan ediyordu.”
Bu satırlar, Che’nin ‘Üç Kıta’ya mesajındaki şu sözleri getirir aklıma: “Ölüm bizi herhangi bir yerde apansız yakalayabilir, fakat savaş çığlığımız kulaktan kulağa yayılmışsa, silahlarımızı yerden almak için bir başka el uzanmışsa, ölüm hoş geldi, safa geldi…”
Şunu baştan söyleyebilirim, bu yazı Che’nin politik yahut tarihsel değerine dair kaleme alınmamıştır. Bu yazıda altı çizilen ve asıl üzerinde durulmak istenilen ‘bir örnek insan’ olarak Che’dir…
Peki niçin Che’den örnek insan olarak bahsediyoruz?
Hepimiz, okuduklarımızla hayatı anlamaya çalışıyoruz. Okuduklarımızla yüzleştiğimiz anlarda ise, işin farkındalığı sandığımızdan çok daha farklı etkiler bırakabiliyor üzerimizde. Neredeyse çocukluğundan beri Che’ye dair okumalar yapan binlerce insandan biriyim ben de. Ama Che ile bu okumaların dışında bir ortak noktamız daha var: Astım. Birinci başlığımız bu…
Bundan on sene önceydi; bir gece yarısı yatağımdan soluksuz uyanmış, sürünerek kendimi pencereye atmış, olanca gücümle nefes almaya çalışmıştım. Ertesi gün gittiğimiz doktor, astım hastası olduğumu söyledikten sonra, hayatımda bundan sonra yapamayacağım yahut yapmamam gerekenlerden oluşan uzunca bir liste saymıştı.
Eve dönüp, bir anda karşımda beliren bu durum üzerine düşünürken aklıma Che’nin de astımlı olduğu gelmişti. Che’nin geçirdiği astım krizlerini o güne dek defalarca okumuştum, doğru; ama ilk kez günlüğüne yazdığı şeyi az çok anlayabiliyordum. Ve onlarca kitabı tekrar okuyor, astıma dair satırların altını kalınca çiziyordum. Che’nin tüm yaptıklarını, bir astım hastası olarak yaptığını düşünmek, şimdi bu büyük insanın ortaya koyduğu irade gücünü anlamamı sağlıyordu.
Dediğim gibi, birinci başlık bu, Che, sağlıklı, normal bir insan değildir. Doğduktan on beş gün sonra akciğerlerinin iltihaplandığı, 1931 yılının mayısında, annesiyle birlikte nehirde yıkanırken ilk astım krizini geçirdiği hayatını anlatan hemen bütün kitaplarda yer alır. Paco Ignacio Taibo II o günleri şöyle anlatır: “1931 Mayıs’ında küçük çocuk annesiyle birlikte yıkandığı nehirden çıktıktan sonra öksürmeye başlar. Öksürük devam edince onu doktora götürürler, doktor bronşit teşhisini koyar; daha sonra, hastalık geçmeyince başka bir doktora götürürler, o da bunun kronik astım bronşiti olabileceği sonucuna varır. Nihayet bir doktor, bu öksürük nöbetlerinin Ernesto’nun bebekken yakalandığı zatürrenin neden olduğu astımdan kaynaklandığı teşhisini koyar. Götürdükleri her doktor böylesine şiddetli astım krizleri geçiren bir çocuğa ilk defa rastladıklarını söylemişti. Yıllar sonra, kız kardeşi Ana Maria, ailenin günlük defterinde yazılanlardan yola çıkarak, ‘Astım krizleri öylesine kötüymüş ki, annemle babam üzüntüden mahvolmuşlar. Onun öleceğini düşünmüşler’ diyor. Ernesto ağzı açık, ellerini çılgınca sallayarak hava almaya çalışırken annesiyle babası gece gündüz yatağının başından ayrılmamışlar. Baba Ernesto yıllar sonra o günleri hatırlarken, Ernesto’nun nefes alış verişinin kedi miyavlaması gibi bir ses çıkardığını söylemişti. Küçük Ernesto’nun ilk öğrendiği sözcüklerden biri ‘iğne’ idi, çünkü krizin geldiğini hissedince kendisine iğne yapılıyordu.”
Che’nin yaşam öyküsü hiç de başladığı gibi gelişmemiştir oysa ki… Che hayatının hiçbir döneminde astıma boyun eğmemiştir. 1964 Ağustos’unda, onunla bir röportaj yapan büyük yazar Eduardo Galeano, ‘Onda’, der ‘içten gelen derin ve olağanüstü bir güç tekrar tekrar kendini gösteriyordu.’
Che’nin çocukluğuna değinen Galeano’ya göre, o, ‘aslında yatkın olmadığı her şeyi yapabileceğini kendi kendine kanıtlamaya eğilimli genç bir adamdı. Çocuğun yüzükoyun uyumaması için babasına onca yıl oğlunun yatağı başında nöbet tutturan sürekli astım krizleri Ernesto’yu kulüp arkadaşları maçın sonunda onu sahadan taşımak zorunda kalsalar bile, futbol ve rugby oynamaktan alıkoyamamıştı. Astım onun dördüncü sınıftan başlayarak okula gitmesine engel olmuştu, ancak o kendi başına sınavları vermeyi ve sonra da lisede parlak notlar almayı başarmıştı. Astımla savaş Che’nin verdiği ilk mücadeleydi ve bunu da kazandı. Astımın kendisini alt etmesine hiçbir zaman izin vermedi.’
Che biyografilerinde, bu bölüm sıklıkla gözden kaçırılır ya da Küba Devrimi ve Che’nin Bolivya’daki ölümüne uzanan süreçlerin gölgesinde kalır. Che, daha çocuk yaşlarından itibaren kendi sınırlarını zorlamak üzere, sürekli kendi kendini yoklayan bir karakter edinmiştir. Bu sınır kabul etmezlik hali ona çoğu yazarın dikkat çektiği bir korkusuzluk da getirmiştir şüphesiz. Çocukluk arkadaşlarının kaleme aldığı anılarda bu noktanın altının kalınca çizildiği hemen göze çarpar. 1939’da, on bir yaşındayken, Alta Gracia’da tanıştığı Fernando Barral, Che’yi şöyle anlatır: ‘O zamanlar Ernesto’yu kıskandığımı itiraf edeyim. Kararlı, gözüpek ve kendinden emin biriydi, hepsinden önemlisi korkusuzdu. Korkusuzluğu aklımda en fazla yer eden özelliği… Tehlikelerden hiç korkmazdı, en azından korktuğu anlaşılmıyordu.’
Bir başka arkadaşı Dolores Moyano’nun aktardıkları ise önemli bir noktadır: ‘Ernesto’nun ölümle kumar oynayışı ve tehlikeyle Hemingwayvari flörtleri ne bir düşüncesizlik ürünüydü ne de gösterişten ibaret bir şeydi. Tebeşir yemek veya çitin üzerinde yürümek gibi tehlikeli veya yasak bir şeyi yapması, bunları yapıp yapamayacağını görmek ve ne bileyim, neyin iyi neyin kötü olduğunu anlamak içindi. Bu yaptıklarının arkasında entelektüel bir tavır vardı, onu bunları yapmaya zorlayan şey deney arzusuydu.’
Örnekler çoktur. Che’nin hayat hikayesinde satırlar arasında kalmış, sayısız meydan okuma vardır. Bu bazen, kendi kendine, haftalarca zirvesine tırmanmaya çalıştığı bir dağdır; bazen çatışmalarda en öne fırlamamasını emreden bir Fidel mektubudur…
Astımlı Che, astımı yüzünden Arjantin ordusuna asker olarak kabul edilmeyen Che, o astımla beraber ve o astımı her seferinde yendiği bir yolculuğa çıkar özetle…
28 Nisan 1959’da Telemundo Pregunta televizyonunda yayınlanmak üzere bir grup gazeteci tarafından yapılan röportajda kendisine sorulan son soru, ‘Sağlığınız nasıl?’dır; yanıt verir, ‘Kendimi çok iyi hissediyorum. Ama, yirmi dokuz yıldır, yanımdan hiç ayrılmayan bir yol arkadaşım var: Astımım. Zaman zaman öfkesi tutarsa da şu ara çok iyi geçiniyoruz.’
Küba’daki mücadele sırasında astımıyla iyi geçinmediklerinde yaşananlara çarpıcı bir örnek verelim ve sonrasında toparlayalım isterseniz…
1958 yılıdır, ordu kışlasına yapılan bir saldırı başarısız olmuş, birçok kayıp veren gerillalar geri çekilmektedir. Geri çekilme sırasında Che astım krizi geçirmektedir ve yanında krizi yatıştıracak bir ilaç da yoktur. O gün yaşananların bir tanığı şöyle anlatır: “Adamların hepsi yorgundu, Che ayakta durmak için insanüstü bir çaba harcıyordu.
Yolda sağdan soldan birkaç at edindik ve Che atlardan birine bindi. Genç bir savaşçı (adı Soto’ydu) bu durumu gördü ve şikayet etmeye başladı. Che onu duydu, attan indi ve kolla birlikte yürüdü. Kahve tarlası dedikleri yere ulaştığımızda güneş çıkmıştı.
Dinlenmek üzere kampı düzenlemeye başladık, sonra Che beni yanına çağırdı. Astım krizi geçmemişti. Soto’ya söyle buraya gelsin. Che, yoldaşa oturmak için altına bir şey çekmesini söyledi. Otlar ıslaktı. Soto’yla uzun uzun konuştu, ona ata binmeye neden razı olduğunu, Soto’nun bunu üst rütbelilerin bir ayrıcalığı olarak neden görmemesi gerektiğini anlattı. Tamam mı evlat? diye sordu, sağ omzunu sıvazlayarak. Soto ağlamaya başladı…”
Che’nin, hayatıyla insanlığa verdiği ilk ders, insan iradesinin sınır tanımazlığı üzerinedir. Che, hastalıklı ciğerlerinin kendisini mahkum ettiği hapishanenin demir parmaklıklarını param parça etmekle kalmamış, bunun da ötesinde, hayatının her döneminde, yapabileceklerinin sınırını ölçme isteğine yenik düşmüş, sürekli sınırlarını zorlayarak, kendi kapasitesinin en uç noktalarında gezinmiştir.
Ailesine yazdığı veda mektubunda söyledikleri boşa değildir: ‘Bir sanatçı özeniyle yonttuğum irade gücü, güçsüz bacaklarımı ve yorgun ciğerlerimi taşıyacaktır.’1
Diyebiliriz ki, büyük devrimci, tüm yaşamı boyunca ‘elinden gelenin’ en iyisini yapmıştır.
Bu ise günümüz insanının çoktandır unuttuğu bir özelliği değil midir?
Taylan Özbay
http://www.taylanozbay.com