Fenerbahçe Avrupa kupalarından iki yıl, Beşiktaş bir yıl men edildi. UEFA şikeyi tescil edince Fenerbahçe iki yılını kaybetti. Halbuki iki yıl önce şikeyle yüzleşilseydi, şimdiye cezası çoktan bitmiş olacaktı. Ama ne ilginçtir ki, basının en demokrat kalemleri dahil çoğunluk Fenerbahçe’nin komploya kurban gittiğine inanıyor. Atletizmde, halterde her gün bir doping skandalı patlıyor. Ama dopingin tüm spor dallarını sardığı gerçeğini göz ardı etmeyi tercih ediyoruz.
Ergenekon davası ile çetelerle, faili meçhul cinayetlerle, derin devletle hesaplaşma fırsatını yakaladık, aynen İtalya’nın Temiz Eller operasyonu ile yaptığı gibi. Ama dava gerçeklerle karşı karşıya gelme yerine cepheleşmeyi yansıtan siyasi bir davaya döndü, devletle hesaplaşma, temiz bir sayfa açma fırsatı heba edildi. Daha önceki yazılarda Türkiye’nin yaşadığı sorunlarda sosyal sermayenin, kültürün rolünü, siyasi mekanizmanın dışlayıcı niteliğini ve en nihayet herkesi birleştiren bir ulusal kimliğin eksikliğini irdelemiştik.
“Toplumsal kolonlarda”, temel dayanaklarda gezinirken bireylerin, toplumun psikolojisi karşımıza ciddi bir mesele olarak çıkıyor. Diğer bireylere güvenmeme kültürüyle iç içe geçen bireysel özgüven eksikliği, travmalarını inkar eden, yüzleşmeyi kişisel bir yenilgi sayan bir “toplumsal tip” Türkiye’nin ana aktörlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
İnsanın yaşadıklarını, sorunlarını tarafsız bir gözle ele alması, kendisiyle hesaplaşması, yanlışlarını kabul etmesi tahammülü zor sancılarla doludur. Dış dünyaya çevrilmiştir gözlerimiz, asıl sorunun içerde olduğunu kabullenmedikçe, onu deşmedikçe de travmalarımızla yaşayan nevrotik bir canlıya dönüşürüz. Ama bellek rahatlamadan da huzurlu, mutlu bir hayat sürmek imkansızdır.
Türkiye belleğini rahatlatamıyor, ortada bir sorun yokmuş gibi davranmaya devam ederek, Murathan Mungan’ın deyişiyle “13 yaşındaki bir ergenin özgüvensizliği” ile gücü merkeze koyan “erkek benliğinin” esareti altında yaşamaya devam ediyor.
Çetin Altan “Batı’da düello, Doğu’da pusu geleneği vardır” derken, düellonun yüzleşme kültürünü besleyen bir dinamik olduğuna işaret eder. Müslümanlar’ın bıyık altından güldüğü Hıristiyanlık’taki günah çıkarma da kendiyle yüzleşme eylemidir en nihayetinde.
Edebiyatımızda da pek hesaplaşma geleneği yoktur. Oğuz Atay, “1975’te aydının kendisiyle hesaplaşma vakti geldi” derken kendine özgü bir kimlik edinememiş, ucuzculuktan kendini alamayan aydını kıyasıya eleştirir.
Yüzleşmenin olmaması da statik bir birey/toplum zihniyeti üretiyor, değişimi, diyalektiği ıskalıyor. Yanılmanın, hata yapmanın kabullenilmesi Batılı birey ve siyasetçi için bir erdem iken bizde kişisel bir zayıflık olarak görülüyor. Yüzleşebilmek bireyi, kurumları hesap vermekten kaçınmayan canlı organizmalar haline dönüştürürken tersi de bireysel, toplumsal ve siyasi platformlarda ataerkil, despotik zihniyetin baskınlığını sürdürmesiyle sonuçlanıyor. Bugünkü iktidarın davranışlarında da görüldüğü gibi bu psikoloji özgürlükçü bir demokrasinin yeşermesini önlüyor.
Bireysel alan böyle sorunlu olunca, Türkiye kendi tarihiyle, korkularıyla, kaygılarıyla, halklarıyla, inançlarıyla hesaplaşmaktan kaçınan, birbirine güven düzeyinin çok düşük olduğu, dolayısıyla bütünsel kimliğini bulamayan, alt kimlikler etrafında cepheleşen, toplumsal fay hatlarıyla yarılan bir toplum görüntüsünden kurtulamıyor.
1915 Ermeni olaylarından Dersim’e, 6-7 Eylül’den Kürt sorununa, Maraş, Çorum’dan Sivas olaylarına, 1990’ların faili meçhullerinden askeri darbelere sayısız travma yüzleşilmeden toplumsal bilinçaltını işgal etmeye devam ediyor. Tarihçi Taner Akçam’ın “Ermeni katliamına sadece devlet değil halk da katılmıştır. Acaba Ermeniler Müslüman olsaydı, böyle bir zulüm olur muydu?” sorusuna İslamcıların verecek bir cevabının olmaması, yüzleşmeden kaçınmanın toplumun her kesimini kılcal ağlarla saran, bilinç zincirleri olduğunu açığa vuruyor.
Diğer yandan inkar ve şiddet politikaları, aslında geçmişten çok bugünü ilgilendiriyor. Örneğin, büyük umutlarla başlayan barış süreci, tüm siyasi partilerin Kürtlerin ana dillerini tanımayı reddiyle tekrar umutsuzluk döngüsüne savruluyor.
Yakın geçmişimizin karanlık sayfaları devlet mekanizması tarafından yazıldı, ancak kitlelerin milliyetçi, ırkçı eğilimlerinin de bu sayfalara onay verdiği hiç dikkate alınmadı. Kitlelerin psikolojisini oluşturan ana karakter ise İttihatçı zihniyetiydi. Maalesef bugün de bu zihniyetin egemenliği zamana ve evrim kurallarına meydan okuyor; üstelik İslamcılar gibi İttihatçıların mağduru olan zihniyet de, otoriter, dışlayıcı ve temel olarak milliyetçi, içe kapanmacı bir karakteri benimseyerek dindarlık üzerinden devletle buluşuyor.
Ulusalcılarla MHP’lilerin ırkçı milliyetçiliğe varan diğer kimlikleri, halkları yok sayan tavrı, İslamcıların diğer inanç sahiplerini öteki gören zihniyet dünyasıyla buluşuyor. Daha da önemlisi Gezi hareketleri sonrası, AKP içinde milliyetçi damarın, ironik bir şekilde, CHP içindeki ulusalcıların diğer sesleri bastırması gibi, baskın dalga haline gelmesi ve parti politikasını belirlemeye başlaması. İşte bu yüzden Erdoğan Müslüman kesimin zihni sınırlarını ve keskin milliyetçi seçmenlerinin demokratik değişime tepkisinin siyasi gücünün farkına vardı ve oyunu korumak için ilk dönemlerinin tam zıddı politikalara saptı.
AB ile girilen reform sürecinde Kürt ve Ermeni sorunlarıyla yüzleşilmesinin kaçınılmazlığının ayırdına varan AKP, kendi seçmeninin de aslında İttihatçı kafadan pek farklı olmadığını, bu kadarını kaldırmayacağını anketlerle gördü. Tabii kendisi de bu psikozun ürünü olduğundan bu geriye savruluşu teşvik etmekten büyük keyif duydu. Bu bağlamda ulusalcı Yiğit Bulut’un başdanışmanlığa gelmesi de ulusalcı, milliyetçi damarın adalet, demokrasi arayan diğer kesimler üzerindeki hakimiyetinin simgesi oldu. Şimdi bir anlamda merkez sertleşiyor, radikalleşiyor, varoluşunu otoriterliğe, milliyetçiliğe bağlıyor.
Ergenekon’da derin devletin faili meçhulleriyle, Fenerbahçe’de şikeyle yüzleşemediğimiz gibi, şimdi bir kez daha Kürt sorununu kapı altına süpürmeye çalışıyoruz. Hem de Kürtler dışındaki tüm partilerin ve onların seçmenlerinin desteğini alarak. Toplumsal psikolojide yüzleşmeyi inkar etme hala ana eğilim olsa da, son yıllarda tabuların artık çok canlı bir şekilde tartışıldığı bir sivil hayatın tüm baskılara karşın canlanması ise tek tesellimiz.
Ahmet Buğdaycı
New York’ta yayınlanan Posta212 adlı gazetede köşe yazarı olan Ahmet Buğdaycı, sosyal, ekonomik araştırmalar ve trend analizleri üzerinde uzmanlaşmıştır.
Yazarın www.dunyalilar.org’ta yayınlanan diğer yazıları
https://dunyalilar.org/siber-savas-adim-adim-geliyor.html
https://dunyalilar.org/misir-aslinda-bizim-hikayemiz.html
Kimsenin Birbirine Güvenmediği Bir Ülke
Ey Gezici Arkadaş İktidara Nasıl Gelirsin
Gezi Partileşirse Ne Kadar Oy Alir
İslam Demokrasi Mısır Türkiye ABD
Gezi Kamuoyu Aktörlerini Nasıl Teşhir Ediyor
Gezi Direnişini Laik CHP Analiziyle Açıklamanın Tarihsel Yanlışlığı
Amerika Düşünce Kuruluşları Gelişmeler İçin Ne Diyor?
Dünyadan Türkiye Nasıl Görünüyor
Big Brother Değil Big Data İnternet Kayit Altında
Mısır’da Sorunun Kökeni Ulusal Kimsizlik