Mısır’daki kanlı trajedi sanki Türkiye’nin kendi geçmişinin bir aynadan yansıması. Belki de bu yüzden muhalefetiyle, iktidarıyla dünyada bu kadar ateşli bir şekilde Mısır’ı tartışan, tartışmak ne kelime yaşayan, hissede (Başbakanına göz yaşları ile dolu, Türkiye’yi dış politikada izole edici yoğun bir duygusal tavır aldırtan) Türkiye’den başka bir ülke yok. Dükkanların vitrinleri Rabia işaretiyle donatılıyor, İslamcılar, laikler, gayrımüslimler, demokratlar, Kürtler herkes kendini, kendi hayal kırıklarını, acılarını yaşıyor “Mısır filminde” adeta.
Mısır’ın temel sorunun, insanları dinsel, siyasi, kültürel temellerde uyumlu bir şekilde birbirine bağlayan bir ulusal kimliğin olmaması olduğunu geçen haftaki yazımda ileri sürmüştüm. Belki de ulusal kimlik ya da kimliksizlik, aynı zamanda bizim hikayemiz olduğu için Mısır’a bu kadar göz yaşı döküyoruz.
Ulusal kimlik bir hayal mi gerçek mi?
Ulusal kimlik denilen tutkal nedir peki? Kültürel bilimci Benedict Anderson, meşhur “Hayali Cemaatler” adlı kitabında ulus denilen kavramın aslında bir hayal olduğunu, ulusal kimliğin bu hayali somutlaştıran bir tür tasarım olduğunu öne sürer. Genellikle dil, din, etnik grup, kültürel temelde buluşmak mıdır ulusal kimlik, yoksa biraradalılığı amaçlayan bir yaşam içinde kültürel farklılıkları saygıyla kabullenen ortak değerler midir? Japonya’da kültürel değerler, Çin’de ortak bir kültür ve ırk birlikteliği, ABD’de liberal değerler ulusal kimliği tanımlıyor. Hiç kuşkusuz küreselliğin etkisiyle, ulus devletler eski gücünü yitiriyor, ulusal kimlik kavramı, statik algılardan çıkarak, yepyeni dinamiklerin etkisiyle diyalektik bir sarmalı izleyerek evriliyor. Mısır ve Türkiye gibi ülkelerin temel sorunu ise, toplumların kendi kimliklerini kendileri inşa etmekten uzak tutularak onlara tepeden kurgusal kimlikler giydirilmesinde yatıyor. Böylece birbirinden farklı, öteki, hatta düşmanımsı kimlikler toplumları ikiye, üçe bölüyor. O zaman da iktidara kim gelirse gelsin kendi dışlayıcı kimlik siyasetini baskın kılmaya başlıyor; ve demokrasi düzgün bir zemin üstünde ilerleyemiyor.
Bir Türk ulusal kimliği var mıydı?
Türkler Orta Asya’dan kopup Malazgirt’le Anadolu’ya girdiklerinde Hristiyan, Ermeni, Kürt, Süryani gibi pek çok topluluka karışmaya başladılar. Osmanlı’da ortak kimlik ise, “Müslümanlık” altında, Anadolu coğrafyasının ortak kültürel değerleri olarak şekilleniyordu. Diğer yandan Osmanlı’nın son 20 yılına kadar Türk kimliğinden bahsetmek mümkün değildi. Orta Asya’dan gelen, ezelden beri süregelen bir etnik Türk ulusu ve kimliği sadece bir mitti. Cumhuriyeti kuran kadrolar için Batı’dan örnek alınan ulus devlete paralel olarak bir ulusal kimlik kurgusu şarttı. Ancak Osmanlı’dan devralınan pek çok etnik, dinsel ve kültürel hetorojen yapı aşılması gereken bir sorundu. Kemalist rejim, ırksal temele dayalı kimliğin aşırılığından uzaklaşıp, kimliği dinle harmanlasa da, Türk kimliği, Orta Asya, İslamiyeti kabulleniş ve Anadolu geçmişi arasında muğlaklığını günümüze değin sürdürdü.
Türkleştirme ve Sünni İslam inancına bağlı bir ulus yaratma, 1950’lere kadar son hızıyla devam edip, Anadolu’yu öteki kimliklerden, soylardan, inançlardan büyük ölçüde temizleyerek tek tipleştirdi. Ancak bu arada Müslümanlar, Kürtler, Aleviler içlerine kapanarak bu kimliğe direnerek, resmi olanın ötesinde, kendi değerlerini, kültürlerini yaşamayı sürdürdüler. Çok partili düzene geçilmesiyle, iki Türkiye arasındaki gerilim şiddetlenmeye başladı. Otoriter, dışlayıcı siyasi mekanizma, pek çok darbeyle, rejimin kimliğini öteki Türkiye’den korumaya çalıştı.
Laik ulus yerine dindar millet
Bu kimliğe en önemli itiraz Milli Görüş hareketinden geldi. Buna göre ulus yerine tarihi, kültürü ve ruhu olan bir millet vardı. MSP ile başlayıp AKP ile devam eden anlayış, Türk kimliğindeki Türk ve Müslümanın yerini ve ağırlıklarını değiştirdi. Laik toplum yerine dindar millet ağır basmaya başladı. Milliyetçilik, devlete itaat vurgularında, gayrı müslimlere ve diğer kültürel farklılıklara olan hoşgörüsüzlükte ise bir değişiklik olmadı. Ancak AKP 2002’de Kemalist düzenin dışlayıcı, otoriter, ekonomik sistemini kırarak, çoğunluğu oluşturan ortanın altı veya yoksul, kentlerin varoşlarında, kırsal kesimde yaşayan geniş yığınlara kaynak transferi yaparak, kapsayıcı bir ekonomik politikaya geçti
Bu arada dindar/laik, muhafazakar/modern, Sünni/Alevi gibi alt kimlik çatışmaları da muğlak Türk kimliğini Türkler arasında da iyice parçalamaya başlamıştı. Toplumu bütünleştirmek amacıyla Cumhuriyet rejimi tarafından kurgulanan kimlik politikası, dışlayıcı siyasi karakteriyle sadece iki Türkiye yaratmakla kalmamış, aynı zamanda bireysel anlamda da kimsenin kimseye givenmediği, birlik bağının son derece zayıf olduğu bir toplum yaratmıştı. Bu arada AKP iktidarı, özellikle 2011 seçimlerinden sonra siyaseten diğer kimlikleri dışlayıcı, otoriterliğe sapan bir politika izleyerek, Kemalist ulusalcılığın otoriter dışlayıcılığına geri döndü. AKP içinde milliyetçiliğin müslüman muhafazakarlıkla birlikte son derece güçlü bir damar olması ise, önceki Kemalist rejimin profiliyle ortaklığı olarak karşımızda duruyor. Üstelik son dönemlerde özellikle dış politka tercihlerinde ortaya çıkan izole edilmiş, içe kapanmacı, komplolarla dünyayı açıklayan anlayış, ulusalcılarla AKP’yi aynı yerde buluşturuyor. Evet, Türkiye Türk/Kürt, Alevi/Sünni gibi kimliksel ayrılıklarına ilaveten Gezi’den sonra, AKP taraftarı, AKP muhalifi gibi iki ana cepheye bölündü.
Ortak kimlik demokratik değerler
Farklılıklara hoşgörü, ifade özgürlüğü, bireylerin demokratik taleplerini ve varlıklarını güvenceye alma gibi demokrasinin temel şartları ve kurumsal yapılar, ortak bir kimliiğin yokluğunda bir türlü filizlenemiyor. Aynen Mısır’da olduğu gibi, iktidara ister Kemalistler, ister İslamcı kadrolar gelsin, hepsi toplumun diğer yarısını ötekileştiriyor, kurgusal bir kimliği tüm toplumun üstüne giydirmeye çalışarak kendi hayali bir toplum yaratmaya çalışıyor. Dışlayıcı, cepheleştirici siyaset de gerginlikleri körüklüyor, ortak bağların iyice zayıflamasına yol açıyor; toplum içinde birbiriyle teması olmayan, hasmane ilişkiler kuran, birbine hiç güvenmeyen toplumsal adalar yaratıyor. Hiç kuşkusuz demokrasi sürecinde Mısırdan çok daha öndeyiz. Ama temeldeki sorun aynı.
Gezi ile meydana çıkan direniş ruhunun her kimliği, farklılığı içine alma girişimleri, ortak kimlik sürecinde sıradışı bir kilometre taşı oluverdi bile. Gerçek demokrasi bu filizi büyütüp, yaygınlaştırmakla mümkün olacak ancak.
Türkiye ancak aynı coğrafyada yaşanmışlık, benzer kültürel değerler üzerinden tüm kimlikleri, farklılıkları tanıyıcı, kapsayıcı bir tavırla, tolerans, uzlaşma, ifade özgürlüğünü öne çıkaran bir demokrasi anlayışıyla iki Türkiye’yi bir arada yaşatabilir. Mısır örneğinin gösterdiği gibi başka da şansı yok.
Ahmet Buğdaycı
New York’ta yayınlanan Posta212 adlı gazetede köşe yazarı olan Ahmet Buğdaycı, sosyal, ekonomik araştırmalar ve trend analizleri üzerinde uzmanlaşmıştır.
Yazarın www.dunyalilar.org’ta yayınlanan diğer yazıları
https://dunyalilar.org/siber-savas-adim-adim-geliyor.html
Kimsenin Birbirine Güvenmediği Bir Ülke
Ey Gezici Arkadaş İktidara Nasıl Gelirsin
Gezi Partileşirse Ne Kadar Oy Alir
İslam Demokrasi Mısır Türkiye ABD
Gezi Kamuoyu Aktörlerini Nasıl Teşhir Ediyor
Gezi Direnişini Laik CHP Analiziyle Açıklamanın Tarihsel Yanlışlığı
Amerika Düşünce Kuruluşları Gelişmeler İçin Ne Diyor?
Dünyadan Türkiye Nasıl Görünüyor
Big Brother Değil Big Data İnternet Kayit Altında
Mısır’da Sorunun Kökeni Ulusal Kimsizlik